Meydân-ı hamiyyete râmdır sultânım
(Sultanım; benim bu hareketli (mizacım) bütün uyanıklarca da bilindiği gibi haysiyet meydanına boyun eğmiştir.)
Zinde-dil; fârisî birleşik sıfat olup yüreği canlı ve diri olan, uyanık, âgâh anlamlarına gelir. Bu mürekkep ifâde şiirimizde ehl-i dilin bir sıfatı olarak kullanılmıştır.
Dil; Arabî lisânda kalb-fu’âd, Türkçemizde ise gönül-kalp ve yürek anlamlarına gelir. Dîvân şiirimizin temel mefhûmlarından biridir gönül. Bu kavramın duygu ve düşünce boyutlarımızdaki kullanım sahası çok geniştir. Her saha ayrı bir ta’bîr ve îzâh gerektirmektedir. Ancak biz sadece başlıkları sizlere sunarak; gönlün ıstılâhî ma’nâsına geçiş yapacağız:
Lüğat kitaplarında gönül kavramına verilen karşılıklar şunlardır: İngiliz dilinde heart, mind; Fars dilinde dil; Arap dilinde fu’âd, kalb; Türk dilinde kalp, yürek, cesaret, merhamet, arzu, istek, dilek ve temenni...
Gönlünde Allâh sevgisinden başka bir şey taşımayan kimselere gönül sahibi manasına ehl-i dil denir. Cesur ya da zor bir işe talip olana gönüllü sıfatı yakıştırılır. Bunun zıddıysa gönülsüzdür. Basiretli kişilere uyanık gönül sahibi, huzurlu hale gönül rahatlığı, güzele gönül okşayan, güzele âşık olmaya gönül bağlamak, umarsızlara gönlü geniş, ayrılığa gönül yarası, kalıcı arkadaşlara gönül dostları, bir işi severek yapmaya gönülden yapmak, kalbe gönül aynası ilh. isimleri verilir.
Klasik şiirimizde gönül; aşığın kendisiyle musâhebede bulunduğu hitâb mekânıdır. Bu mekan aşktan velûd hicrân ğamı ve kederiyle beslenir, vuslat umuduyla mutlu olur. Sevgilinin ok gibi kirpikleri ve hançer misâli ğamzeleri dâ’imâ gönle hücûm eder. Bu nedenle gönül çaresiz, perişan ve harabedir. Bu hitap ülkesinin şahı sevgili, ordusu aşktır. ‘Âşık da sevgilinin kimi zaman zülfünde ve perçeminde, kimi zamansa kâkûlünde ve saç tellerinde gönlü asılmış olarak yer alır.
Gönül ba’zen virâne bir bağ olur. Bağbân dertli ve muzdarîbdir. Gönül kuşu bağa tutulur, aşık olur. Sevgilinin saçları tuzak, benleri ise habbe olunca gönül kuşu tutsak edilir. Sevgilinin yanağı ateştendir, kuşu yakar. Aşığın göz yaşları bile bu ateşi dindiremez. Gönül ba’zen de cam ve kadeh, çalgı ve kervan olur. aşığı peşinden koşturur. Aşık, sevgiliye kavuşmak istemez. Zira her kavuşma, beraberinde ayrılığı getirecektir. Her ayrılıkta da bir kavuşma ânı yaşanır. Vuslat ve hicran dilemmâsı bu minvâl üzere devr-i dâ’im eder, durur.
Tasavvufta ise gönül; Yüce Allâh’ın tecellîsinin zuhûr ettiği bir aynadır. Bu ayna mürşidin kalbinde bulunur. İltifât ve ikrâm emmâreleri kalbi envârla imlâ’ eder. İlâhî aşkın coşkunluğu ise gönlün ortasında bulunan süveydâda yer alır. Mürşidin mürîdine duyduğu sevgi ve mehabbetin merkezi de gönüldür.
Cevelân veya cevlân arapçadır. Kelime karşılığı dolaşma, dolanmadır. Dil zinde olunca bilâ-ihtiyârî insân da cevelân olur. bu cevlânî duruşun ilgi odağı tabi’î olarak dil ve ‘ıyâlidir. Ancak meydân-ı hamiyyet yolu gözüktüğünde cevlânî hâl sâkinleşir durulur. Çünkü haysiyet meydanının dört bir yanı sultânın neferlerince tutulmuştur.
Daha önce dilin yani gönlün sultânı sevgilidir, ordusu ise aşktır demiştik. Aşığın sevgiliye kavuşması zor, çetin ve çetrefilli koşullardan geçer. Sevgili gâh nazlı, gâh kindardır. Ordusu harp san’atında mâhirdir. Bu şartlar karşısında âşık savunmasız ve çâresizdir. Ancak gönlü fermân dinlemez. Meydân-ı hamiyyet ta’bîri câ’izse bir manyetizma gibi aşığın gönlünü kendine çeker ve amansız mücâdele böylece başlamış olur. Bu manyetik yolda başına nelerin geleceğinden bî-haber olan aşık, el yordamıyla dalar sergüzeştine. Acı çeker, kanlı yaşalar dökülür gözlerinden, yüreği kebap olur, ciğerleri dağlanır, kol ve kanatları kırılır. Bin bir meşakkate rağmen aşığın gönlü bu ‘illetlerle mutlu ve huzurludur.
‘Aşk ordusunun askerleri, âşığı teslim alır. Sultan sevgilinin huzuruna çıkartır. Özrü ve savunması yoktur âşığın. Sevgili işveleriyle, nazıyla âşığa acı ve cefâ çektirmekten zevk alır. Bir kısır döngü ya da kör düğüm gibi gözüken ‘âşık ve ma’şûka arasındaki bu ilişkiyi bezeyen çileli yolun zengin tezâhürleridir. Sultân da kimi zaman bu zavallı esîrine acıyacak gibi olur, lâkin bu dramatik tablo kesinlikle vuslata kare ayırmak istemez.
Sultân arapça bir sözcük, çokluk hâli selâtîn. Araplar; belge, nişân, güç ve aydınlık me’âllerinde isti’mâl eder bu kelimeyi. Türk dil mantığında ise; hükümdârlara atf edilen bir unvân, ayrıca otoriter, güç ve makam sahibi anlamlarına gelir. İbn-i Hâldûn’a göre bu sıfatı ilk taşıyan ‘Abbâsî vezirleri olmuştur. İslâm târîhinde ise ilk sultân lakabıyla ma’rûf ve meşhûr olmuş zât bir ‘Abbâsî vezîri olan “Ca’fer bin Yahyâ” dır. Osmânlı hükümdârları da Çelebi Mehmed ile berâber bu ‘unvânı taşımaya başlamışlardır. Daha önceleri Osmânlı liderlerine “beg/bey” sıfatları verilirdi. Osmân ve Orhân Bey’ler gibi...
Tasavvufta ve husûsen Mevlevîlik’te sultân lafzının kıymeti hâ’iz bir konumu vardır. Sultân Veled devri ve makâmı gibi. Ayrıca ‘Alevî-Bektâşî kültüründe eren için bir saygı ifadesidir sultân. Pîr Sultân Abdal gibi...
Osmânlının son demlerinde (bugünkü lise dengi) idâdî okullara da sultân ismi verilmişti. Mekteb-i Sultânî; Galatasaray Lisesi gibi...
Son olarak sultân lafzının Türk müziğinde oluşturduğu mürekkep makamlara örnek- ler sunarak bir hâtimeye varalım:
Sultânî-cedîd: Ûdî Cemîl Efendi tarafından tertib ü tanzîm edilmiş, şedârâbân ile ferâhnümâ makamlarının mürekkep şekline verilen ismidir.
Sultânî-hüzzâm: Günümüzde me’alesef nümûnesi mevcûd olmayan mürekkep bir makâmdır.
Sultânî-‘ırâk: 17. yüzyıldan sonra ortaya çıkarılan ve nadir olarak kullanılan ısfâhân ile ‘ırâk makamından bir dizi sonucu beste-ısfâhân’ı andıran mürekkep bir makamdır.
Sultânî-nevâ: Nevâ ile rast beşlisinden müteşekkil olan bu mürekkep makamın yegâne örneği Kantemiroğlu’nun aksak bir semâ’îsinde görülür.
Sultânî-pûse: Sultânî-pûselik nâmıyla da ma’rûf olan bu mürekkep makâmın günümüze ulaşan numûnesi yoktur.
Sultânî-segâh: Segâh, müste’ar ve şedârâbân makâmlarından oluşan bu mürekkep makâm, on dokuzuncu yüzyılla beraber tarihin tozlu raflarına kaldırılmış ve muhtemelen ‘Arabî mûsikîden esinlenerek Türk müziğine idhâl edilmiştir.
Sultânî-yegâh: Üstâz Dede Efendi’nin Sultân II.Mahmûd’a ithâfıyla doğmuş hemen hemen bütün makamlardan notalar taşıyan mürekkep bir makamdır. Bu makâmın ismi bir ara millî mücâdele sonrası millî-yegâh olarak değiştilmiş, kısa bir zamân sonra bu hata’dan ‘avdet edilmiştir. Bilhassa içli ve hayâlî aşk şiirlerinde kullanılan makâm bestekârlarımız tarafından büyük rağbet görmüştür.
Hareketliliği ve canlılığıyla göze çarpan şâ’irimiz; haysiyet meydanının sahibi olan sultan karşısında ‘acz ü za’fiyete düşerek durgunluğunu hüsn-i ta’lîlle dile getirmiş- tir. Zinde ile cevelân arasındaki nisbete nazaran cevelân ile râm arasında zıddıyyet vardır. Ma’lûm olan hâl ise her iki durum için söz konusu edilmiştir. Şâ’irimizin beşerî hayât içindeki coşkun tavırları, ilâhî ‘aşk önünde boyun eğmektedir. İki anlamı da çağrıştırdığı için ma’lûm olan partisip/sıfat-fiil kelime grubu sihr-i halâla güzel ve câzib bir nümûne teşkil etmiştir.
Osman Koca