12 Ağustos 2011 Cuma

İyi Aşklar İyi Atlara Bindi, Gitti Sevgili...



Sana ne vaat edeyim bilmiyorum. Vaatsiz sevgili olunmaz mı diye düşünmedim hiç.
İki cinsten kadın olanına yapılan vaatler aklımda şimdi;
Türk filmlerinin en sulu- zırtlak izlediğimiz replikleri bu vaat sahnelerinde sarf edilmez miydi?
“Pembe panjurlu evimiz olacak sevgilim, bahçesinde meyve ağaçları”
Kendisine vaat edilen pembe panjurlu eve sahip olan biri var mıdır merak ediyorum.
Vaade konu olan şeyi de gözden kaçırmamak gerekir ayrıca. Mesela neden “Huzur” vaat edilmiyor?
Neden bu duygusal sahnelerde güven vaat edilme yoluna gidilmemiştir?
Mesela bu replikler “sevgili, sana huzur içinde bir ömür vaat ediyorum, hayatın zorlukları olacaktır elbette, ancak ben senin güzel gözlerinin huzursuzlukla tedirgin olmaması için ömrümü adayacağım” diyemez mi vaat sahibi sevgililer?

“Senden korkmadan, kaçmadan hayattan, iyi insan olmak konusunda çaba sarf edeceğimi bilmeni isterim sevgili”
Söylenilebilir bir replik değil midir? Bu tarz bir vaat karşısında ikna olamaz mı sevilenler?
Panjurlu bir ev, müstakil bahçe içinde üç katlı “Tripleks” veya iki katlı “Dubleks” demektir aslında.
Panjur düşünüldüğüne göre onun yakışacağı bir evde ortalama lükse sahip bir ev olmalı değil mi?
Büyükşehirler de bu tarz bir evin, şehir merkezinde olması oldukça zor. O halde sayfiye yerinde olacak bahsi geçen ev. Şehir dışında pembe panjurlu bir eve ulaşmak için bir de araba gerekecek üstelik.
Şimdi bakalım elde ne var?
Sayfiye yerinde “Dubleks” bir ev, önünde bir araba, birde bu anlatılanlara uygun eşyalar, döşemeler.
Bir sevgilinin bu imkânları sağlaması için teknik olarak, ya kendi işinin sahibi olması – ki o da ancak orta ölçekli bir şirket demektir- ya da üst düzey bir yönetici olması anlamına gelir.
Şimdi bir de elde sırtı yere gelmeyecek sevgili var.
Allah bereket versin, daha ne olsun değil mi? Küçümsediğimiz bir türk filmi repliğinde dahi, bize elit bir yaşam vaadi söz konusuymuş, biz anlamamışız.

Aslında aşk- meşk işleri oldukça karlı işlermiş.
Hiç pembe panjurlu evleri vaat edenlere “Bu pembe panjurlu evde huzurumuzda olacak mı sevgili?” sorusunu soran olmuş mudur?
Sorulmamışsa hiç, sormayanlar bunda mazurdur aslına bakılırsa. Huzur denilen şey, bir ev, bir araba ve statü ile göz ardı edilebilir şeydir (!)

“Ya birbirimizin gözlerine hasret kalırsak bu pembe panjurlu evde” diye hesap edilmez muhtemelen.
Sanırım “Yükü ne derece hafif olursa, o derece huzuru çok olur insanoğlunun” diye aklına gelmez sevgililerin.

“Seni eş/ dost göreceğim, birlikte yükselecek aklımız/ refahımız, birlikte onaracağız hayatın aksayan yanlarını, birlikte büyüyeceğiz, her türlü zorluktan el-ele çıktıkça daha çok hayran olacağız birbirimize”
Bu cümleler kanmak için, ikna olmak için yeterince akıllıca kurulmuş, en azından üzerinde düşünülmüş romantik ama gerçekçi cümleler değil midir?
Ya da “ Sevdiğim, sana susmayı vaat ediyorum, ömrümce gözünün içine bakarak mütebessim, ne kadar büyük hata görsem de kendimce, dilimi ok gibi kullanmayacağım.
Kızdığım anlarda bile içine işleyecek yaralar açmayacağım, dilime hâkim olacağım, büyüteceğiz birlikte bir aileyi ve sevgili samimiyeti”
Tüm bunlar hayalî cümleler mi? Gerçekleşen, akl eden gönüller var mı merak ediyorum?
Sevgilileri “sevgililer günü” icat edilmeden çok önce, maddeci / materyalist bir beklenti içine sokan Türk filmi replikleri artık değiştirilemez mi?
Geriye dönüp doğu aşklarına baksak, destanları okusak yeniden, “sevgiliye Gazel okuma/ yazma makamına” ulaşamaz mıyız?
Salıncakta sallarken sevgiliyi;
“Evlerinin önü mersin, ah sular akmaz bi danem tersin tersin, mevlam seni bana versin, al hançeri gadınım vur ben öleyim, ah kapınızda bi danem kul ben olayım”
Türküsünü duysak, içli içli. Ve sevgilileri böyle ikna etsek bir ömür geçirmeye;
“sevgili seni bir gün değil her gün seviyorum, kabul edersen bir ömür, huzurdan ördüğüm evimde başımın tacısın” desek, yetmez mi?


14 Şubat 2008

Dehr-i Aşk ..



En titrek halde aklıma geliyor unutmaya başladığım senden yadigar kalanları..
Bunu durup düşünürken hiç hoşuma gitmiyor bilmek, “sonunda oldu” diye geçiriyorum içimden, “ sonunda oluyor, olması beklenen”

Unutmak Allahın bir bağışı diyebiliriz, güzel bir teselli bunu bilmek.
Yanık yanık ağlarken, tüterken dumanımız ciğerimizden, bunun azalacağını nasılsa bir gün biteceğini düşünmek..
Yüzümü buruşturuyorum fark ettiğimde, dudaklarım büzülüyor,
 - Hayır unutturma bana! Unutursam ne kalır ondan geriye, benden geriye?
Halbuki ne çok şey kazandı içim, yüzüm, varlığından.. Şimdi silinip gittiğini görmek, zihnime en ince işleyişle işlenen anıların..
Hayır! bilerek onayladığım bir şey değil bu, canımın yandığı anlar kadar şiddetle yanacak içim.  Bu böyle olursa eğer, zenginliğimi unutacağım, benliğim vefasızlık yapacak..
Üstüne basıp yükselttiğim ruhumu soysuz bırakacak, anılarını unutmak..
Yeniden emek vermek, yeniden büyütmek -zahmetine katlanmak- korkusundan değil isteksizliğim..

Senin değil, onun değil, kalbimin ince yerlerinin hatrına..
İnce ince,  Bazen -el emeği- gümüş telden bir telkari bilezik  gibi taktım koluma varlığını, çıktım en güzel mezarlık ziyaretlerine:  “Efendim, işte geldim, sol yanıma düşen, kalbime düşen, sol yanımda işte. Halim budur, sen bilirsin”
Kedi anladı beni, oda kediyi anladı, beni anlamayı istemeden.. Anlamaktan korkup, korkan kediyi okşayarak kendini yatıştırdı bilerek.
Ya da bilmeden.. Bana  gaip. On’a aşikar..
Malta eriği, aşısız elma, ve kopardığımız her bir gül için bir Fatiha..
İlk defa duymuş gibi dinledim..
Gitme diyemiyorum, ama sen yine de gitme demek istemiştim.. Şimdi, bari onlara söyle onlar gitmesin.. Anılarım..

Beyhan DEMİRCİ
Yolcu Dergisi/ 2008

Güneydoğuya Açılım

  22/10/2009

Güneydoğu romantik bağlarımın olduğu bölge. Kişiye felan değil ha, bölgeye. Doğunun da doğusunda doğmama rağmen bir muhabbet besliyorum Güneydoğuya. Çözerim bir gün sebebini, bilmiyorum.




En son 2006 da gittiğim Güneydoğuya, biraz da iteklemeyle yeniden gittim 11 Ekim 2009 tarihinde.





Elimden geldiğince izlenimlerimi paylaşacağım. Tabi fotoğraflar eşliğinde.

Bu birazda oraya ait söylediklerim, içimden geçenler, parça bölük başkalarına anlattıklarımın toplaması olacak. derli toplu kalacak yani bi yerlerde.






Önce konunun ızgarasını  çıkarmak lazım.        
Meslek alışkanlığı..
Sonra fotoğrafları yüklemek ve o fotoğrafların çağrışımlarıyla da anlatmak lazım gördüğümü bildiğimi hissettiğimi.





Duygusal zeka da böyle işliyor sanırım. Bu sistematiğe göre.
Zaten bana sorarsanız bütün çektiğim o karaleri, bana " hatırlatsın" diye çektim. 


Yoksa fotoğrafcılıkla alakalı bir çaba değildi.

Şimdi düşündüm de ben zaten fotoğrafcılığa da bu sebeple başladım galiba. Yani eğitim almaya yani uğraşmaya.








An'ı hatırlamaya vesile olsunlar ve hayatın akışında unutup gittiğimiz ayrıntıları bize hatırlatsınlar diye.





İyi bir kalemim (!) ve anlaşılır bir dilim olmasına rağmen, yazmak yerine fotoğraf çekmeyi tercih etmem kalemimi susturmak ve kalıba sokup bekletmek anlamına da gelmiyor mu?
Çünkü yazmıyorum fotoğraflara güvenip.. Bu da fotoğrafı dezavantajı mı?

Hımm..  Şimdiki sapaktaki yön tabelası başka bi yere ulaştırdı beni: o da şu ki;
Sıralaması hayatın hızına göre değişiyor, fotoğrafla yazının.



Yani şu an ne yapıyorum;

fotoğraflarla anlatacağım bir geziyi, yazıyorum, yazmaya bahane ediyorum.

Önce fotoğrafladım, ama yetinmedim, şimdi de fotoğrafla yazıyı birleştiriyorum.
O zaman ben ne yapıyorum?


Anlatım dilini fotoğrafla desdekleyen kolaya kaçmış bir yazar mıyım?
  
Yoksa fotoğraf çekmeyi seven amatör bir fotoğrafcı ve o fotoğrafları yazılı anlatımla süsleyen bir numaracı mıyım?
Neyim ben, neyim?  :):)
Fotoğraf çekiyorum, altına da yazı döşüyorum, öyleyse varım:):)



Bu da sıra gecelerinden bir şarkı olsun- Eşarbını yan bağlama


Mağlup Kavimlerin İcadı: Koyunluk Dini *

 Cts, 10/02/2007 - 19:29 — Beyhan Demirci



 - Eski zamanlarda bir mer'a da otlayan koyunlar, o kadar beslenmişler, o kadar çoğalmışlar ki düşman korkusundan kurtulmuşlar.

 Arslanlar çoğalan koyunları görünce doğaları gereği padişahlık davulunu çalmışlar ve ormandan fırlayıp koyunların otlağına baskın vermişler. O yemyeşil çayırlar kuzuların kanıyla kıpkırmızı olmuş.

Akıllı, anlayışlı, yağmur görmüş, kurt gibi tecrübeli bir koyun, kavminin bu kaderinden muzdarip, aslanların zulümlerinden kalbi yaralı, kaderin bu cilvesinden şikayet ederek, bir tedbir düşünmüş ve kavminin işini sağlama almış:
- Bir köle kendisine gelecek zararı savuşturmak için çok keskin tedbirler bulur. İntikam çılgınlığı kıvamına geldiği zaman köle aklı fitneler düşünür.-

Yaşlı koyun der ki: Halledeceğimiz mesele önemli ve zordur, bizim sahip olduğumuz gam ve keder denizinin ise sahili yoktur.

kuzu kuvvet kullanarak aslandan kurtulamaz, biz gümüş kolluyuz aslan ise çelik pençeli.

Ne kadar iyi konuşursam konuşayım koyunun kurt tabiatlı olmasına imkan yoktur ancak, erkek aslanı kuzu yapmak, onu kendi kudretini bilmez, düşünmez hale getirmek mümkündür.
Böylece yaşlı koyun kendine ilham geldiğini söyleyerek kan içen aslanlara vaiz olur.
Yüksekce bir yere çıkarak: -"Ey çok yalancı ve şımarık kavim, Ey uğursuz ve uğursuzluğu devamlı olan kavim, bende ruhani kuvvet vardır.
- Aslanlara tanrı tarafından gönderilmiş peygamberim, şeriat sahibiyim ve bunu öğretmeye geldim.
- Kötü işlerden tövbe edin, ziyanı zararı düşünmeyin, faydayı düşünün, her kim sert olur ve kuvvetine güvenip her işde ona başvurursa o günahkardır.
- Benlik ortadan kalkarsa hayat daha güzel olur. İyilerin ruhu samanla beslenir, et yemeyi terk eden Allah indinde makbuldür.

- Dişinin keskinliği seni rezil eder, akıl gözünü kör eder. Cennet yanlız zayıflara mahsustur. Kuvvet insanı hüsrana uğratan sebeplerden biridir.

- Kudret ve azamet peşinde koşmak kötüdür. Fakirlik beylikten daha iyidir. Akıllı olan zerre olur, sahra olmaz. Zerre olursan güneşin nurundan istifade edersin.

- Ey koyun boğazlamakla övünen, kendini boğazla ki değer kazanasın.

Zorbalık, iktidar, intikam, ebedi hayattan mahrum eder. Sebze ayak altında çiğnendiği için bol yetişir.

- Eğer akıllı isen kendini unut, gözünü kapa, kulağını kapa, ağzını kapa -ki aklın arşa yükselsin."

Bütün bunları dinleyen Aslan sürüsü zaten çok çalışmaktan yorrgun düştüklerinden bu uyutucu nasihati beğendiler, rahatlarına düşkün olduklarından olgunluk göstermeyip koyunun büyüsüne kapıldılar.

"Koyunları avlayıp yiyen aslanlar koyunluk dinini kabul ettiler."

Ot yemek Aslanların işine geldi, ot yiye yiye dişleri kesmez oldu.

kıvılcımlar saçan gözlerinde ki heybet yok oldu.

Göğüslerinde yavaş yavaş yürek denilen şey eridi gitti.

O deli gibi çalışma, koşuşmadan eser kalmadı.

Kudret, Azim, itibar, izzet gitti. Demir pençelerinde kuvvet kalmadı.

Gönülleri öldü ve vücutları o ölüyü saklayan mezara döndü.

Can korkusu arttı, can korkusu gayreti sildi süpürdü.
Bu gayretsizlik yüzlerce sorun çıkardı ortaya. Orman başı boş, mekan ise koyunlara kaldı..


*Muhammed İkbal, -Esrar-ı Hodi, Benliğin sırları-

Çev. Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan (1958)

İnim İnim Okumak... Nefes

Per, 11/01/2007 - 09:27 — Beyhan Demirci


Okumanın büyüsüne kendini kaptırmış biri için her okuduğu metnin kendine has bir ruh hali vardır.. Metinler yazanın kabiliyetine, hayal gücüne, sizin okuduğunuz zamanki kalp ve ruh halinize göre şekillere bürünürler.. Bunu Kesin bir yargı olarak vermeyeyim de bende böyle oluyor sizde durum nedir? diye bir soru kalıbına dökeyim..

Elinize aldığınız metin bazı zamanlar 80 sayfalık bir hacme sahipken metni tutan elinizin sık sık uyuştuğunu, yorgunluk belirtisi olarak anlınızda terlerin biriktiğini görebiliyorsunuz..

Ya da bu hacimde bir kitabı bütün gayretinize rağmen günlerce sonuna erdiremiyorsunuz..

Kafanızda kitabın, metnin öyküsü ile geziyorsunuz, üzerine kurgular yapıyorsunuz, 80 sayfalık kitaptan beş bin sayfalık kurgular elde ediyorsunuz.. Bu Tarz kitaplara tohum kitaplar diyorum ben.. Nasıl karşınıza çıkacağını bilemediğiniz, kimin kaleminden çıkacağını kestiremediğiniz mucizeler bunlar bana göre..

Bunun yanı sıra SABAH SPORU ile özleşen kitaplar, metinler vardır mesela.. Elinize almanız tamamen keyfinize halet-i Ruhiyenize bağlıdır..

Kondisyonunuz düşükse, tatile çıkarmışsanız beyninizin algı ve yorum kısmını biraz morale ve enerjiye ihtiyaç duyuyorsanız elinizin altında belirirler..

Zengindirler, şımarıktırlar, marjinaldirler, hümanisttirler vs…vs..
Ebadı önemli değil, genellikle bitirilemez kitaplardır, eğlencelik, yada sabah sporu gibi her an bırakılabilecek, es geçilebilecek, daha önemli şeyler karşısında ikinci plana itilebilecek tattadırlar..

Bana bu yazıyı kaleme aldıran, aynı zamanda bu yazının başlığı olan kitaplar vardır birde.. onların ismi “İnim, İnim kitaplar”dır..

Ne demek inim, inim kitaplar?
Bir fırtınaya tutulmuşsunuzdur mesela, beyin fırtınası, imtihan fırtınası, aşk fırtınası, var oluş fırtınası, günah fırtınası.. Her neyse..

Ama tutulduğunuz şey mutlaka bir fırtına.. Önüne geleni katan, savuran, yerini değiştiren kök salmış, alıştığı şeylerden ayıran koparan bir Allah vergisi..

Alışkanlıklarınızdan kopmak istemezsiniz, ya da yeni bir yoruma hazır olup olmadığınızı bilmezsiniz, ya da kopan fırtınadan saklanacak bir yere ihtiyaç duyarsız.. Fırtına geçene kadar sizi saklayacak, işinizi kolaylaştıracak değişim için kafanızı toplamanıza yardımcı olacak bir sığınak…

Ancak bu sığınak rahat bir sığınak olmaz çokluk.. gözünüz hep kapıda, pencerede, çatıda, kulağınız hep sestedir.. Korku bakidir.. ama üstünüzde bir dulda vardır..

Sığınmış olursunuz bir kere bin bir duayla.. Lütfen başıma göçmesin, lütfen fırtınadan kaçarken kasırgaya tutulmayayım diye..

Nasibinizi sadece o bilir.. Kader kısmet kitabıdır çünkü o…

Ya Rahman dedim radyoyu açarken.. Sen aklımı koru…
“Esmaü’l Hüsna” dedi yazar radyodan “kitabın özü belkide”..

Ya Rahim dedim karşılığında..

İki gün sonra yeşil kapaklı kitap elimde.. 5 Yıl çalıştım demişti Nuriye AKMAN, radyoda kitabından bahsederken..

Yalana gerek yok.. Sadece “kitabın özü” ne getirilen yorumu merak edip almıştım..
İyi takip etmeme rağmen, Nuriye AKMAN okuyacak ruh halinde değildim…

Ne demek bu? Ben Rahman’ın hayatıma düşen gölgesiyle, Rahim’in izi ile meşguldüm..

İz sürüyordum, kokluyordum… Radyoyu açarken tıkanmıştım.. Oksijensiz kalmıştım…

“Nefes” demişti spiker, neden ismi nefes oldu..
― Kitaba isim ararken bir sabah “ nefes” kelimesiyle uyandım. Demişti yazar,
Sonra birden anladım nefes benden anlatılmayı bekliyordu..

Nefes önümdeydi, şüpheliydim…

“ Sırrı insanlarla konuşamayınca kendini sırlar yokuşuna vurdu. İki gözü iki el olup onu arkasından itti.. Dağların kendi içlerine saklandığını görmüştü.. Kuşlarında.. Evlerinde.. Oemek kendinden başka kaçılacak yer yoktu… kalbinde küçük siyah bir nokta buldu. Dokundu. Altında bir kalp daha gördü.. Bütün gördüklerini oraya taşıdı.. kendini kalbinin kalbine gömdü..”

Yaklaşık 320 sayfalık bir kitabı ön yargıdan kurtularak okumama sebep olan cümlelerdi bunlar…

İşte rahatım kaçtı, bu rahatsızlıkla rahatı bulmak için bir kez daha beynim emmeye başladı cümleleri, kelimeleri..

“Bilemediğim ne söylüyordu bu kitap?”

“– Sırrı ağaçların adedi kadar “kendini” görünce Tabende’nin doğuran kadınlar için söylediklerinden bir perde hatırladı.. kırkları karışan loğusa kadınlar gibi ağaçlarla sırlarının birbirine bulaştığını hissetti. Bu hissini ne ebesine, ne Gaffar’a, nede başka birine aktarabilirdi. O sıra hiçbir dil, bu hissi çevirmeye yanaşmadı.”

Bir ebe: Tabende.. Bir Gassal: Gaffar.. Bir mecnun çocuk: Sırrı..

Bu ne muhteşem bir üçleme.. Bu ne muazzam bir kaynak.. Bu ne münbit bir hikaye..

“ Gaffar: Okumalarında onu en fazla lisanın bir şeyi anlatma kudretinin çok sırlı oluşu dehşete düşürürdü. Zihinde akıp giden bir oluşu anlatmaya kalkınca o oluş, hemen duruyor, adeta eşyalaşıp susuyordu.”

İnim inim bir kitap dediğimde haklıydım... Dar’ı dünyamda benim için sırlı olan ne varsa bu kitaptaydı.. Bir ebe, bir ölü yıkayıcı ve dilsiz mecnun bir sabi.

“–Muammanın anlamını sorduğunda ne söylemişti ona Gaffar:
– Güçlü olan genişler, yükselir, yayılır. Yani merkezinden uzaklaşır. O vakitte geriye dönmek, inmek, büzülmek ister. Bu böyle sonsuza kadar bir çember çevirir gibi devam eder gider. Sen çemberin neresindesin şimdi evlat?”

“– İşte burasındayım Gaffar, tam ortasında”

Ya Hay dedim Kitap bittiğinde Ya Rahim Ya Hayy..

Outlook Salâları ve Aşkları..

- Derviş Ergen'e İthafen, Rahmetle-

Günlerden bir gün öğlene yakın bir saatte oturduğumuz mahallenin camisinden bir sala okunmaya başladı.
- Mahalle kültürü ve kavramının pörsümediği yerlerde sala okunmaya başladığında, bütün mahalle sakinleri balkonlara veya pencerelere çıkar, salanın sonunda ismi geçen Merhum/ merhumenin kim olduğunu öğrenir ona göre erken yada biraz daha geç cenaze evine gidilir.

-Hepimiz balkona çıkıp salayı dinledik o gün, ardından müezzinin anonsu başladı.
- Falancanın oğlu filanca Bu sabaha karşı vefat etmiştir. Cenazesi Öğlen namazını müteakip….
İsmi geçen şahsı tanıyınca sala ya geri döner insanlar bir kere daha zihninde tanıdığı insan için okutur o salayı ve Merhum /merhumenin anısını canlandırır gözünde
- Allah mekanını cennet etsin, gani gani rahmet etsin cümleleri dökülür ağızdan.
Bu defa ismi geçen kişi çocukluğumuza şahit olan bir abimiz/amcamız, çoluğu çocuğu büyümüş ama torunları var geride.
- Namazında niyazında bir adamcağızdı, Allah sabır versin. Hemen kalkın arayın bakalım nedir durum dedi annem.
Eski mahallemizde ki Nazife Ablayı arayıp:
- Sela okundu duydunuz mu? Osman amca Vefat etmiş dedik.
Nazife abla:
- Bizde duyduk, hemen koşup gittik, ama Osman amca karşıladı bizi kapıda, şaşırdık kaldık, adam yaşıyor.
Şimdi öğrendik ki Osman amcanın kardeşinin oğlu, isim ve soy ismi aynı – Biz mahalle de deli Osman derdik- o ölmüş.
Şimdi oraya gidiyoruz.
Karışıklık inanılmaz. Toplanıp hep beraber Deli Osman’ın evine gittik.
Annesi kapının önünde ağlıyor, ablaları perişan;
- Nasıl oldu dedik?
- Bilmiyoruz ki, dediler.
- Bizde Saladan duyduk, önce amcamın evine koştuk, sonra anladık ki bizim deli. Ama dün eve gelmedi, öldü de bir yerde hayrına biri tekfin işlerini tamamlıyor her halde. Salayı da o okuttu dedik.
Üzüntümüz şaşkınlığa dönmüş bir halde orada hazır bulunana erkekleri imamın yanına gönderdik.
Uzun lafın kısası, en nihayetinde öğrendik ki;
Bizim bu deli Osman, kendi gibi bir kıza aşık olmuş, ailesine de bu kızı bana alın diye ağlayasıymış, aile güvenmedikleri için pek ciddiye almamışlar bizim deliyi.
Hatta ciddiye almadıkları yetmemiş bir de tutup Deli Osman’ımızdan küçük kardeşini evlendirmeye kalkmasınlar mı?
Osman da İsminin hakkını vermiş, kalkmış sabahın köründe imam efendiye yazılı bir kağıt uzatarak;
-Babam gönderdi, bunu öğlen ezanından önce okuyun diye.
İmam efendi de pek sorgulamadan okumuş tabi salayı.
Kimsenin ölmemiş olmasına sevinerek, bir delinin oyununa ve intikamına alet olduğumuz için de hem kızıp hem bıyık altı gülerek evlerimize dağılmıştık.
Aslında hoşumuza da gitmişti bu, artık aldığımız her ölüm haberini şaka sanmak gibi bir lüksümüz ve ön tepki zenginliğimiz olacaktı.
Ve öyle de oldu – Bir söylence gibi- aldığımız her ölüm haberine;
- Osman’ın şakası olmasın diye karşılık vermeye başladık
Osman’ın şakası, Osman’ın şakası …………


Bir Perşembe günü - Bu olayın üstünden 10 yıl geçmişken-
Bilgisayar başında Outlook açık, telefon görüşmesi yapıyorken, mail geldiğinde kısa bir süreliğine mailin girişini görüntüleyen Outlook bir mail başlığı görüntüledi.
- Gayri ihtiyari aklım telefonda ki muhatabımda gözlerim mailin başlığını okudum:
- 12.08.2007 TARİHİNDE DERVİŞ ERGEN VEFAT ETMİŞTİR.
Açıp baktığım da Bahsedilen kişinin ölüm haberi, kendi mail adresinden geliyordu, aklıma hemen:
- Osman şaka yapmıştır, cümlesi geldi. Ama yine de içimi bir acı kaplıyor. Arıyorum hemen ofisini, karşıma daha önce tanıştığımız, ofis çalışanlarından biri çıkıyor;
- Derviş Beyin mail adresinden böyle bir mail atıldı, haberiniz var mı diyorum?
- Evet Beyhan Hanım var diyor, biz attık.

Kalıyorum.
Her sabah ve her akşam ofise çıkarken ve girerken bu gün mutlaka bir çay içmeye gideceğim dediğim ofisleri geliyor gözümün önüne.
Çok yakın zamanda ofislerini taşımışlardı, birlikte bir çizgi film projelerinde çalışmıştık, senaryo yazmıştık, hayallerimiz vardı, devamı vardı, güzel şeyler yapacaktık, buz devrinin Türk versiyonunu hazırlayacaktık.
Bir zaman sonra takdir-i ilahi onların taşındığı muhitte bir ajansta çalışmaya başladım bende.
Telefonlar ve internet üzerinden her görüştüğümüz de;
- Mutlaka bir çay içmeye bekliyorum dedi sık sık.
- Mutlaka geleceğim, hele şu işleri bir yoluna koyalım dedim hep.
Her sabah ve her akşam ofise giriş ve çıkışta bir sonraki güne erteledim.
E şimdi..?
Artık erteleme günü kalmamıştı.
- Boğulmuş diyordu karşımda ki şahıs, dalgalar yutmuş onu, 4 çocuğu vardı, bir tane de bekliyorlardı. Şimdi ofisin işlerini düzene koymaya ve toparlamaya çalışıyoruz dedi.
- Peki dedim, peki..
Kapattım..
Kapattım hayatı.
Kaç çay içme sözüm, kaç ertelenmiş özrüm, kaç alınacak gönlüm, kaç gidilecek dostum ve kaç sevmeye söz verdiğim insanım vardı.
Düşündüm. Kapattım gözlerimi.. Cenazemi düzenledim. Kesin benim cenazem de olur diye düşündüğüm dostlarımın/ ahbaplarımın çoğu yoktu Cenaze merasimim de.
Belki de maillerine bakmamışlardı. Belki de Junk maillerine düşmüştü haberim.
Açtım gözlerimi, uyanacağız dedim. Uyandığımız da yarım kalmış olacak her şey.
Salasını bile duymuyoruz artık dostlarımızın.
Dijital oldu her yanımız, dijital aşkımız, mektubumuz, ilanımız. Dijital, doğumumuz, salamız, ölümümüz.
Hz. Google ye tapınıyorduk her vakit de, Hz Microsoft’un salası garip oluyordu.
Esselatü vesselamü…

Ezanla Zulüm mü Yapılır?



Uzun zaman önce Merkezi Hutbeyle başlayan, sonra merkezi Ezanla Devam eden bir MERKEZİ KEPAZELİKTEN Bahsetmek isterim..
Tanık olmadığımız, gözümüzden uzak, kulağımızın duymadığı her türlü zulümü daha zor algıladığımız gerçeğinin bana diz çöktürdüğü bir hadisedir bu..
Bu uygulama İstanbulda olmadığı için pek haberdar değildim olandan bitenden.. İstanbulun en merkezi yerlerinden birinde, her vakit yeditepeden yükselen ezanı dinleme lüksüne sahip olan ben, bu zulümden nasıl haberdar olaydım..
Ailem Gebze de yaşadığı için onları ziyarete gittiğim dönemlerde şahit oldum merkezi ezan kepazeliğine..
İslam Dinin en nezaketli, en Kibar, en nazenin ve estetik olması gereken ameliyesi, insanı ezandan tiksindirecek bir metal ses ve kabalıkla, hoparlörlerden klavye tuşları sonrasında veriliyor buralarda..
Son ses açılmış hoparlörler insanı korkuyla yataktan fırlatacak kadar korkunç ve ürkütücü..
İslam dinin bir müntesibi olarak İstanbul'da büyülenerek beklediğimiz ezan vakitleri Gebze'de resmen bir işkenceye dönüşmüş bana göre..
Gebze'de geçen çocukluğumun içinden, ezan seslerini seçtim hayalimde.. Büyülüydü.. Cami hoparlöründen olduğu halde büyülü..
Tam kararında ses, tam kararında makam, tam kararında duygu.. bazen genç bir mahalle sakinin yanık sesi, bazen müezzin- İmamın mesai ritüeli içinde okuduğu alışılmış ezan, bazen gönlü yanık bir dedenin takma dişleri arasından dökülen mubarek ses..
hepsi gitmiş; yerine tenekeke cızırtısı, Tuş sesi, son derece yüksek perdeden metalik bir sesle, perdesi yırtılmış bir ezan yerine getirilmişti..
Bu sesten rahatsız olmuyor musunuz diye sorduğumda: Benim garip ama gönlü İslam dinin her emrine bağlı, boynu kıldan ince temiz büyüklerim bu işkenceye ezana saygızılık olur diye ses çıkaramadıklarını söylüyorlar..
Nasıl anlatırım onlara buna karşı çıkmak ezana saygısızlık, hürmetsizlik değil, bu uygulamanın bizzat kendisi ezana saygısızlık ve hürmetsizliktir..
Gebze Diyanet işlerini, Gebze Belediyesini bu nezaketsiz ve ezana hakaret sayılan uygulamadan ve bunu büyük bir iş-güzarlıkla devam ettirmelerinden dolayı ayıplıyorum..
Bu saçmalığa bir an önce son vermelerini, Ufacık bir usul ve nezaket kırıntısı varsa kulaklarında temenni ediyorum..
Kısacası Gebze Gebze olalı böyle zulüm görmemiştir ağalar beyler..