25 Aralık 2011 Pazar

Bütün eksik kalmaların sessiz ve ünü olmayan bir tanığıydım ben..

                                    pesüs


Ben denizin kumları üzerinde durdum
bir heykel tadında olan ve bunu geçen
bir şekilde denizin kumları üzerinde durdum
durdum ki, şehrin son kalıntısı onu unutmak olsa gerek
diyordum. ve bütün ayrıntılarından sıyrılmış bir düzlüğün
ayrı bir nesne gibi, daha sonra da
hiç görmediğim bir yaratık gibi üstüme gelmeye başladığı
bir şey olsa gerek
ben bunu duyuyordum.

yalnız duymak mı? korktum ve her yerlerimle yalnız oldum
oldum ki, düzlük dediğim o korkunç varlık
bitmez tükenmez bir kaynaktan çoğalarak
üstüme aktıkça benim
ben kendimi koruyordum
sanki bir çaresizlikten ödünç aldığım kendimi
mesela ellerimi bir heykeli bozmayacak şekilde boşluğa uzatarak
bir anlam vermek istiyor gibiydim düzlüğe
ve birtakım görüntüleri üst üste yığaraktan
bir anlam
sonra alanlarda, ana caddelerde unutulmuş
ırtıcı bir hayvan gibi işte ben
yapılması akla gelmedik
daha bir sürü şeyleri de hep yapıyordum ki
pek denenmemiş bir boğuşma şekli oluyordu bu da
sonra ben yoruluyordum.
yalnız yorulmak mı? giderek geri çekiliyordum biraz
pençesi asfaltlarda gezen, tüyleri camları ikileştiren
aşılır bir yer sanan o beton duvarları
mermerleri ve soğuk potrelleri tırmalayan
ben
geri çekiliyordum biraz
güçlenip saldırmak için düzlüğe yeniden
ama hiç bilmiyordum ki, neresinden vurulurdu bu düzlük
neresinden bozulur
bilmiyordum ki
bildiğim bir şey varsa, bana pek bir zararı dokunuyordu diyemem düzlüğün
diyemem, çünkü bir yerlerim hiç mi hiç acımıyordu ki
ne bir baş dönmesi, ne bir göz kararması
duymuyordum ki
olsa olsa benim kendime bir şeyler yapmam için zorluyordu beni
düzlük
ve gerçekten yaptırıyordu da
mesela giderek yenilmem gerekiyordu ki kendime, yenildim
uzanmam gerekiyordu ki yere, uzandım sonunda iyice
uzandım içimdeki o beyaz düzlüğün taşırdığı
bembeyaz taneciklerin üstüne
artık çağanozlar bir su gibi beni yalayarak
geçiyorlardı tek sesli yaradılışımdan
ve memeli balıklar ağır ağır doğuruyorlardı içimde
ben ve kumlar bir pesüs gibi ağırdan yanıyorduk
biz öyle yanıyorduk ki, dünya ise bu alevden
bir bağışlanmamış dünyaydı
artakalan dünyaydı eski bir tevrat plağından
gittikçe bizim olmayan bir
dünyaydı
ve düzlük bir peygamber ölüsü karşısında
bitmeyen bir düzlüktü ki... işte ben
gene de tam kendisi oldum diyemem düzlüğün
diyemem
çünkü bazı olaylar bunu doğruluyor
ve bazı düşünceler.

şöyle ki:
martılardan bir tanesi yalnız yaşıyormuşçasına boşlukta
dünyanın en heyecanlı çizgilerini çizdi
ve bulutlar doldurdu bu kıvrımları yavaştan
ve benim yarattığım tanrılar ki, geldiler
bir inip bir çıktılar çocuklar gibi
çığlık çığlığa
bu metalsi görünümler arasından
sonra ben belki de gözlerimi yumdum
her yerlerimle yalnız oldum ki, düzlük
etimi ve benim bütün boyutlarımı yemeye başladı
ve hayallerimi
yemeye
demek oluyor ki bir süre kalsam böyle
- ne kadar mı, bunun pek önemi olduğunu sanmıyorum -
kimseler tanımayacak beni. deniz hayvanlarının
kurumuş iskeletlerine döneceğim
korktum
yani hiçbir şey değilim de ben, sadece bir konuyum
öyle mi
doğruldum işte yeniden
bir insan tadında olan ve
bunu geçen ben
denizin kumları üzerinde durdum.

ben denizin kumları üzerinde durdum
ben, diyorum, demek oluyor ki bir anlamım var benim de
değişen bir şey olarak ve değiştiren
bir anlamım var
peki öyleyse neden hep başkaları tanımladı beni şimdiye kadar
neden
gerçi sessiz ve ünü olmayan bir yaratıktım, biliyorum
ve onlar güçlüydüler, biliyorum
ne zaman biraz öfkelenmeye kalksam, bu bile
onların istediği bir öfke oluyordu ki
sonra ben susuyordum
ama bir suçluluk da duyuyordum ki, bu da bir başkaca düşmanımdı benim
ben neydim.


hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. bir ara
hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim
tiyatrolar ki benim en sevdiğim boşluklarımdır. maun tabutumda
her yerleri çok süslenmiş ölüler gibiyimdir
bir kurdelenin ya da gümüşten bir haçın altında sanki
geri çekilmiş yüzümle, geri çekilmişliğe dargın yüzümle
bir çelişki gibi ölümsüz
yaşamakta olurdum.

ilkyazla birlikte kına çiçeklerinin de açtığı söylenir
kimi zaman da bir efsane gibi söylenir, kazılardan çıkarılmış kalıntı
şehirleri
anlatır gibi
bana kalırsa açtıkları günden yıllarca sonra açar bu çiçekler
ilkel bir coşkunluğu bir hayat kılığına
yıllarca sonra getirirler ki
tıpkı fırtınalardan kurtulmuş bir geminin
şimşekler, gökgürültüleri
ve yırtıcı deniz hayvanlarından
ve korkunç gıcırtılardan artakalan bir uğultuyu
bir sabah denizinde sütliman
güneşli, durgun bir gökyüzünün altında
dinlenen gemicilere unutturduğu zaman
derim ki, tam o zaman yaşanır fırtına
onca telaş, onca ölüm korkusu o zaman.

yani tiyatrolar ki benim en sevdiğim boşluklarımdır. maun tabutumda
her yerleri çok süslenmiş ölüler gibiyimdir
bir kurdelenin ya da gümüşten bir haçın altında sanki
ölümün bir acıyla doldurulduğu yüzümle
geri çekilmiş yüzümle, geri çekilmişliğe dargın yüzümle
öyle bir çelişki gibi ölümsüz
yaşamakta olurum.

hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. işte ben
hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim
bir kedi ayaklarıma sürtünerekten geçerdi - ki benim yaşamımda
her zaman bir kedi bulunur, onu ben
bir imza gibi yazılarıma koyarım -
ve duvarlar yumuşardı, sarkardı
ellerimle ittiğim olurdu onları bu yüzden
terlerdim
sonra bir gazoz içerdim ki, yani ben
kısaca söylemek gerekirse, bazı şeyleri hep geciktirirdim
mesela bir mürekkep balığına, bir bahçe kapısının oymalı demir parmaklığına
saatlerce baktığım olurdu, orkideler satılan bir dükkanın
önündeki çiçek artıklarına
bir bira çekme makinesine, ne bileyim
yazısız bir kağıda günlerce baktığım olurdu
ve yıllarca bir saplantıya
giderek bakmanın tam kendisi olurdum. yani ben
bakmanın düzlüğü ve hiçliği ve sonrasızlığındaki şey
olurdum ki, başkalarını hiç mi hiç ilgilendirmeyen
yapayalnız bir ben kurardım
yapayalnız bir ben kurardım ve kedi
salona girerdi birden, başlama saatini
bir o somutlardı sanki.


(hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydiler onlar da
biraz eşyaları vardı
bir gidip bir geliyorlardı o eşyalar arasında
biraz da susuyorlardı. ve ağırca bir konsol
tüyleri dökülmüş bir halıyla beraber
- küllükleri, bir gece lambasını, duvardaki bir gravürü saymazsak -
onların aile resimleri gibiydiler
ve biraz da üç kişiydiler ki, ben onları buluyordum
biri bir banka afişinde veznedar
ben onu buluyordum
biriyse bir ilaç prospektüsünde acılı
ve hastalıklı bir kadın
onu da
buluyordum ki
olsa olsa bir heykeldi diyebilirim üçüncüsü de
gündelikçi bir kadın
tozunu alıyordu bazen, siliyordu onu iyice
böylece üç kişiydiler. ben birdenbire buzdolabını gördüm
yaşayan bir şey olarak
diyebilirim ki, değişken bir yüzölçümü vardı yaşamasının
ve beyaz
ve mavimsi bir şekilde örtüyordu ki dünyayı
bir seramik gibi onu dondurarak
bir mine gibi
şunu da söylemeliyim ki, hiçbir şey kımıldamıyordu bu yüzden
bir tanrı yere düşse parçalanacak
ve pencerelerden upuzun inşaat demirleri giriyordu içeriye
gökler kalıplı ve kalın
duruyordu bir buz dağı gibi şehrin üstünde
ve dolap buzlanıyordu durmadan. öyle ki
önce mutfağı donduruyordu bir buzdolabı mantığıyla
odalara giriyordu, sonra veznedarı
heykeli, hasta kadını, giderek
koltuğu, masanın altındaki kediyi - evet kediyi -
konsolla çatlak bir aynayı da donduruyordu
bu böyle olunca, yani evin her köşesi donmakta oldu mu
birden bir örümcek düşüyordu yere, çıt diye bir ses
incecik gövdesiyle kırılıp bölünüyordu
örümcek
ve ayna hep gösteriyordu. ben solgun
yüzümle buzlanaraktan içimi gezdiriyordum orada
ve konsolda bir kadını kaydırıyordum, o kadın ki
iyiliği artık çağımıza uymayan
bir kadın ki
cinsiyeti belirsiz bir resim gibi duruyordu
ellerim arasında
ve tuhaf yüzler duruyordu, ben bunu görüyordum
anlamları hiç değişmeyen
mesela gülmek sonsuzca uzanıyordu. anılar
bir buz bitkisi gibi renksiz, yabansı
acılar ki en kalıcıydı ve nasıl
yeni bir insan haritasını çiziyorlardı buzların altında
ve insan nasıl da daha çok benzeyerekten insana
durmuştu ki, şöyleydi:
sanırım bir soru vardı öyle sorulacak
bir soru, evet, hiç olmazsa
biz tarihin hangi döneminde yaşadık?
bir insan müzesi gibi...

kedi
çıkardı birden salondan. ve bitiş saatini
bir o somutlardı sanki.)


sanırım hiçbir şeyin öyle pek tamamlanmadığı
bir çağda yaşıyordum. ve bütün eksik kalmaların
sessiz ve ünü olmayan bir tanığıydım ben
ben, diyorum, demek oluyor ki bir anlamım vardı benim de
düşünen bir şey olarak ve düşündüren
ama korkarak söylüyorum, çok ağır bir yük gibi taşıyordum bunu da
ve biraz da pek kullanılmayan
ya da hiç bırakmadıkları kullanılmaya
çok ağır bir yük gibi
onu ben taşıyordum, düşündüklerimi
ve bu durumda ne beni etkileyen
ne de ben etkilendikçe bir başkasını
etkileyen ve bizi geçen
bir ben kurmuş oluyorduk ki, o zamanda diyordum
yani hiçbir şey değilim de ben, sadece bir konuyum
öyle mi?

yeniden, yeniden, yeniden doğruluyordum
bir insan tadında olan ve
bunu geçen ben
bir dram gibi sonsuz
kumları üzerinde sonsuzluğun

Edip Cansever

21 Aralık 2011 Çarşamba

Bırak dünyanın haritasını yapmayı!




"Ey kör! Aç gözünü de düşlerden uyan. Simurg'u göremesen de bari küçük bir serçeyi gör.

Kaf Dağına varamasan bile hiç olmazsa evinden çıkıp kırlara açıl; böcekleri, kuşları, çiçekleri ve tepeleri seyret.

Bırak dünyanın haritasını yapmayı!
Daha hayattayken bir taşı bir taşın üstüne koy.

Gülleri ve bülbülleri göremeyip gün boyu evinde oturan adam Dünyanın kendisini hiç görebilir mi?"
(Puslu Kıtalar Atlası/syf:21)

"Bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmektir.
acıyı susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor,
bu yüzden daha rahat döşeklere daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardı.
Dünyaya olan kayıtsızlıkları bazen o kerteye varıyordu ki , kendilerine altın ve gümüşten ,
zevk ve safadan , lezzet ve şehvetten bir alem kurup keder ve ızdırap fikirlerinin kafalarına girmelerine izin vermiyorlardı.

Oysa Uzun ihsan Efendi Dünya'nın şahidi olmanın gerçek bir ibadet olduğunu sık sık söylerdi.."

"Kendime hâkim olabilseydim belki de seni, çoktan içine girdiğim bu maceraya bırakmazdım.
Sana olan sevgim biricik oğlumu tehlikeye atmama engel oluyor. Ama bilmek ve şahit olmak en büyük mutluluktur.
Macera ise büyük bir ibadettir; çünkü O'nun eserini tanımanın başka bir yolu olduğunu görebilmiş degilim.
Kendi payıma ben, dünyayı rüyalarımla keşfetmeye çalıştım. Bu, yeterince cesur olmadığımın bir göstergesi olabilir.
Aynı hatayı senin de yapmana yolaçmak istemiyorum.
Sana izin veriyorum, git. Git ve benim göremediklerimi gör, benim dokunamadıklarıma dokun, sevemediklerimi sev ve hatta, bu babanın çekmeye cesaret edemediği acıları çek.
Dünyadan ve onun binbir halinden korkma."

"Bilme tutkusu insanları nasıl bir sona sürüklüyor. görmek, duymak, bilmek ve öğrenmek isteyen şu zavallı cerraha gösterilmeyen saygı, sadece karanlığı, soğuğu ve sessizliği algılayan ve hiçliği bilen bir cesede gösteriliyor.
onu katleden insanlar evlerine döndüklerinde belki de çocuklarına kubelik'in acı sonunu ibretle anlatacaklar ve bilginin tehlikelerini birer birer sayacaklar."

"...bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmektir. acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden daha rahat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardı. dünyaya olan kayıtsızıkları bazen o kerteye varıyordu ki, kendilerine altın ve gümüşten, zevk ve safadan, lezzet ve şevkten bir alem kurup keder ve ızdırıp fikirlerinin kafalarına girmesine izin vermiyorlar..."





20 Aralık 2011 Salı

Vakit kaybıydı diyemem amma..

Hatalarımıza bu kadar sevimli bakmak mümkün mü acaba? Hatalarımız bizi büyütüyorsa, evet. Yok eğer "ölü sevicilikse" bir tedavi şart..  Vakit kaybıydı diyemem amma, senden çoktan vazgeçmişim meğer..





Meğer

Ben ne çok hata yapmışım meğer
Gözüm kapalı bakmışım meğer
Yıllar geçmiş ben saymışım meğer
Dostum sanıp aldanmışım meğer
Yıllarca sürer sanmışım meğer
Boşa kalbimi açmışım meğer
Vakit kaybıydı diyemem ama
Sen hiç dostum olmamışsın meğer

Olsun varsın pişman değilim
Biraz üzüldüm hepsi bu
Ağlamam artık gidenlere
Ağlamam artık bitenlere
Ağlamam artık üzenlere
İhanet edenlere

Ben ne çok hata yapmışım meğer
Seni yokken var saymışım meğer
Yollar gitmiş ben kalmışım meğer
Aşkım deyip hapsolmuşum meğer
Bir ömür sürer sanmışım meğer
Ben boşa kürek çekmişim meğer
Vakit kaybıydı diyemem ama
Senden çoktan vazgeçmişim meğer

Söz ve müzik: CANDAN ERÇETİN

15 Aralık 2011 Perşembe

Toz Duman içindeyim, yüzüm görünmez oldu!

Birden aklına gelir insanın. İyi şarkı biraz ara verir, ancak asla kendini unutturmaz. En samimi haliyle, sanki yıllar geçmemiş gibi gelip oturur içinize, sadece melodisini, bir cümlesini hatırlarsınız. Aratır buldurur kendini. Gelinceye kadar da nasıl nazlanır..  Toz Duman içindeyim, yüzüm görünmez oldu!




Tozduman içindeyim
Tozduman içindeyim
Tozduman içindeyim
Göz gözü görmez oldu
Sevdanın sisinden
Sesim duyulmaz oldu
Erenlerin sesinden
Tozduman içindeyim
Tozduman içinde
İz bıraktım sularda
Bir nefes şarkılarda
Sen de mi benden geçtin
Ölseydim kuytularda


Söz-Müzik : İlhan Şeşen

Yüregime basa basa içimden yar gidiyor..


Bir yolculuk öncesi, seher vakti.. İçinizden yolcu ettiklerinizi hatırlatıyorsa bir şarkı, yolunuz gurbete çıkmasa da içiniz gurbete çıkmıştır, söyle sen nerdesin, ben nerde?






Söyle yağmur çamur
Değmedi yüreğime
Söyle ben nerdeyim
Sen nerde

Söyle ay doğmadan
Düşmesin yaş gözüme
Söyle ben nerdeyim
Sen nerde

Dışarıda kar yağıyor
Benim içime yağmur
Ağlama gözbebeğim
Biraz daha dur

Yüregime basa basa
İçimden yar gidiyor
Ağlama iki gözüm
Biraz daha dur

Ay ayy ay yanıyor ömrüm

Vallahi yağmur çamur
Değmedi yüreğime
Söyle ben nerdeyim
Sen nerde

Söyle ay doğmadan
Düşmesin yaş gözüme
Söyle ben nerdeyim
Sen nerde

Söyle yağmur söyle
Değmeden yüreğime
Söyle gökyüne
O nerde

Söyle baksın gece
Dağlardan hasretime
Söyle bilmesemde
O nerde
Söyle ay doğmadan
Düşmesin yaş gözüme
Söyle gökyüzüne
O nerde

Söz - Müzik :Ahmet KAYA

6 Aralık 2011 Salı

Toprak başıma! Ok ve mızrak yarasından, veda' busêmi koyacak yer bulamıyorum bedeninde kardeşim!.. Hz. Zeynep


"Bizim yasımızın elbette Huseyn'e ve Kerbelâ şehitlerine yararı yoktur. Ne var ki Huseyn'e yüreği yanmayıp gözü yaşarmayana da ancak yuttuğu "aşure"nin en fazla yarım saatlik damak zevki vardır. İlâhî Sevgi'den nasîbi yoktur.." Hüseyin Hatem


* "Hâk-i Âlem beserem! K'ez eser-i tîr-o Sinân/ Câyi yek bûse-i men der heme a'zâ-i to nîst! "




HZ EBULFEZ

Uyan ey yâre vefadarim uyan
Uyan ey yâre vefadarim uyan

Meni tek goyma elemdarim uyan
Meni tek goyma elemdarim uyan

Uyan ey yâre vefadarim uyan
Uyan ey yâre vefa darim uyan

Meni tek goyma elemdarim uyan
Meni tek goyma elemdarim uyan

Şerefun nasim uyan
Gözel ebbasim uyan

Şerefun nasim uyan
Gözel Ebbasim uyan

Uyan ey yâre vefadarim uyan
Uyan ey yâre vefa darim uyan

Meni tek goyma elemdarim uyan
Meni tek goyma elemdarim uyan

Şeresun nasim uyan
Gözel ebbasim uyan

Sene men gane batan ay diyerem
Sene men gane batan ay diyerem

Sinemi lalelere tay diyerem
Sinemi lalelere tay diyerem

Daş atanlardan eğer olsa eman
Daş atanlardan eğer olsa eman

Dökerem gözyaşı laylay diyerem
Dökerem gözyaşı laylay diyerem

Gerem eterlerimin  vay gününe
Gerem eterlerimin  vay gününe

Süt emen esgerimin vay gününe
Süt emen esgerimin vay gününe


Şeresun nasim uyan
Gözel ebbasim uyan

Uyan ey yare vefadarim uyan
Meni tek goyma elemdarim uyan

Şeresun nasim uyan
Gözel ebbasim uyan



Sene men gane batan ay diyerem
Sinemi lalelere tay diyerem

Daş atanlardan eğer olsa eman
Dökerem gözyaşı laylay diyerem

Gerem eterlerimin  vay gününe
Süt emen esgerimin vay gününe

Şeresun nasim uyan
Gözel ebbasim uyan

Uyan ey yare vefadarim uyan
Meni tek goyma elemdarim uyan

Şeresun nasim uyan
Gözel ebbasim uyan

Servürümün ebdeyüp hallerine
Dökülüp gani şeref yollarine
Dökülüp gani şeref yollarine

Seni ekber cani kimnen soruşum
Ne gelip gardaşımın gollarine
Ne gelip gardaşımın gollarine

Okuyan: Ali Rıza Esfendiyar

5 Aralık 2011 Pazartesi

Hüseyin attan düştü Sahrayı Kerbelaya/ Cibril kurban haber ver, Sultan-ı Enbiya'ya..

'Yıllar geçiyor ki yâ Muhammed
Aylar bize hep Muharrem oldu
Akşam ne güneşli geceydi
 Eyvah o da leyl-i mâtem oldu..'
                           Mehmet Akif Ersoy



Hasanım ağu içti, leb-i sükker ah çeker
Hüseyin attan düştü, kime şikar ah çeker
nerde kalmış acaba, bak Zülfikar ah çeker
Ali'nin on bir oğlu, yerde yatar ah çeker
Fatma ana ciğeri sızlar sızlar ah çeker

Hüseyin attan düştü, Sahra-i kerbela'ya
Cibril kurban haber ver Sultan-i Enbiya'ya
yektir Ali tektir Ali şahtır Ali
Ali Ali cansın Ali
Ali Ali yar Ali

Medine dağlarında susamla sümbül ağlar
dağlar inim iniler sular sarhoş sel ağlar
cümle kuşlar figanda vah dertli bülbül ağlar
viranede baykuşlar hû çeker yıl yıl ağlar
Kerbelaya kulak ver sahra ağlar çöl ağlar
lanet olsun Yezid'e şah-u geda kul ağlar
ey Mürteza gel yetiş binekte düldül ağlar
Hasanım ağu içmiş gözyaşları sel ağlar
Kerbela imdat ister gözedirler yol ağlar

Hüseyin attan düştü, Sahra-i Kerbela'ya
 Cibril kurban haber ver Sultan-i Enbiya'ya
yektir Ali tektir Ali şahtır Ali
Ali Ali cansın Ali
Ali Ali yar Ali
Sabahat Akkiraz

3 Aralık 2011 Cumartesi

Şimdi hayat ister çiçeklerle gelsin..

 


ŞİMDİ HAYAT  
Bir kadeh sessizlik doldurdum
Daldım gittim semaya
Güz geçti bahar geçti derken
Bir gün daha görsek ne ala
Dünya derdi sarmış dört yanımı
Yaşamayı öğrenemedim hala

Şimdi hayat ister çiçeklerle gelsin
İsterse vursun geçsin
En bilindik yalanlarından
Bir yalan seçsin gelsin

Ben bu yolda tekrar yürümem
Artık buralardan geçemem
Ben bu yaştan sonra ne kara kaşa göze
Ne de selvi boya hiç gelemem

Her kadehte bir yıldız tuttum
Söndürdüm avuçlarımda
Koşarak kaçtım güya çocukluğumda
Büyümeyi öğrenemedim hala

Ben bu yolda tekrar yürümem
Artık buralardan geçemem
Ben bu yaştan sonra ne kara kaşa göze
Söverim gelmişime geçmişime

Grup Seksendört

25 Kasım 2011 Cuma

Ehl-İ Dîl.. -Kalp ve Fuad..

Zinde-dile ma’lûm olan cevelânım
Meydân-ı hamiyyete râmdır sultânım


(Sultanım; benim bu hareketli (mizacım) bütün uyanıklarca da bilindiği gibi haysiyet meydanına boyun eğmiştir.)
Zinde-dil; fârisî birleşik sıfat olup yüreği canlı ve diri olan, uyanık, âgâh anlamlarına gelir. Bu mürekkep ifâde şiirimizde ehl-i dilin bir sıfatı olarak kullanılmıştır.
Dil; Arabî lisânda kalb-fu’âd, Türkçemizde ise gönül-kalp ve yürek anlamlarına gelir. Dîvân şiirimizin temel mefhûmlarından biridir gönül. Bu kavramın duygu ve düşünce boyutlarımızdaki kullanım sahası çok geniştir. Her saha ayrı bir ta’bîr ve îzâh gerektirmektedir. Ancak biz sadece başlıkları sizlere sunarak; gönlün ıstılâhî ma’nâsına geçiş yapacağız:

Lüğat kitaplarında gönül kavramına verilen karşılıklar şunlardır: İngiliz dilinde heart, mind; Fars dilinde dil; Arap dilinde fu’âd, kalb; Türk dilinde kalp, yürek, cesaret, merhamet, arzu, istek, dilek ve temenni...
Gönlünde Allâh sevgisinden başka bir şey taşımayan kimselere gönül sahibi manasına ehl-i dil denir. Cesur ya da zor bir işe talip olana gönüllü sıfatı yakıştırılır. Bunun zıddıysa gönülsüzdür. Basiretli kişilere uyanık gönül sahibi, huzurlu hale gönül rahatlığı, güzele gönül okşayan, güzele âşık olmaya gönül bağlamak, umarsızlara gönlü geniş, ayrılığa gönül yarası, kalıcı arkadaşlara gönül dostları, bir işi severek yapmaya gönülden yapmak, kalbe gönül aynası ilh. isimleri verilir.

Klasik şiirimizde gönül; aşığın kendisiyle musâhebede bulunduğu hitâb mekânıdır. Bu mekan aşktan velûd hicrân ğamı ve kederiyle beslenir, vuslat umuduyla mutlu olur. Sevgilinin ok gibi kirpikleri ve hançer misâli ğamzeleri dâ’imâ gönle hücûm eder. Bu nedenle gönül çaresiz, perişan ve harabedir. Bu hitap ülkesinin şahı sevgili, ordusu aşktır. ‘Âşık da sevgilinin kimi zaman zülfünde ve perçeminde, kimi zamansa kâkûlünde ve saç tellerinde gönlü asılmış olarak yer alır.

Gönül ba’zen virâne bir bağ olur. Bağbân dertli ve muzdarîbdir. Gönül kuşu bağa tutulur, aşık olur. Sevgilinin saçları tuzak, benleri ise habbe olunca gönül kuşu tutsak edilir. Sevgilinin yanağı ateştendir, kuşu yakar. Aşığın göz yaşları bile bu ateşi dindiremez. Gönül ba’zen de cam ve kadeh, çalgı ve kervan olur. aşığı peşinden koşturur. Aşık, sevgiliye kavuşmak istemez. Zira her kavuşma, beraberinde ayrılığı getirecektir. Her ayrılıkta da bir kavuşma ânı yaşanır. Vuslat ve hicran dilemmâsı bu minvâl üzere devr-i dâ’im eder, durur.
Tasavvufta ise gönül; Yüce Allâh’ın tecellîsinin zuhûr ettiği bir aynadır. Bu ayna mürşidin kalbinde bulunur. İltifât ve ikrâm emmâreleri kalbi envârla imlâ’ eder. İlâhî aşkın coşkunluğu ise gönlün ortasında bulunan süveydâda yer alır. Mürşidin mürîdine duyduğu sevgi ve mehabbetin merkezi de gönüldür.

Cevelân veya cevlân arapçadır. Kelime karşılığı dolaşma, dolanmadır. Dil zinde olunca bilâ-ihtiyârî insân da cevelân olur. bu cevlânî duruşun ilgi odağı tabi’î olarak dil ve ‘ıyâlidir. Ancak meydân-ı hamiyyet yolu gözüktüğünde cevlânî hâl sâkinleşir durulur. Çünkü haysiyet meydanının dört bir yanı sultânın neferlerince tutulmuştur.
Daha önce dilin yani gönlün sultânı sevgilidir, ordusu ise aşktır demiştik. Aşığın sevgiliye kavuşması zor, çetin ve çetrefilli koşullardan geçer. Sevgili gâh nazlı, gâh kindardır. Ordusu harp san’atında mâhirdir. Bu şartlar karşısında âşık savunmasız ve çâresizdir. Ancak gönlü fermân dinlemez. Meydân-ı hamiyyet ta’bîri câ’izse bir manyetizma gibi aşığın gönlünü kendine çeker ve amansız mücâdele böylece başlamış olur. Bu manyetik yolda başına nelerin geleceğinden bî-haber olan aşık, el yordamıyla dalar sergüzeştine. Acı çeker, kanlı yaşalar dökülür gözlerinden, yüreği kebap olur, ciğerleri dağlanır, kol ve kanatları kırılır. Bin bir meşakkate rağmen aşığın gönlü bu ‘illetlerle mutlu ve huzurludur.

‘Aşk ordusunun askerleri, âşığı teslim alır. Sultan sevgilinin huzuruna çıkartır. Özrü ve savunması yoktur âşığın. Sevgili işveleriyle, nazıyla âşığa acı ve cefâ çektirmekten zevk alır. Bir kısır döngü ya da kör düğüm gibi gözüken ‘âşık ve ma’şûka arasındaki bu ilişkiyi bezeyen çileli yolun zengin tezâhürleridir. Sultân da kimi zaman bu zavallı esîrine acıyacak gibi olur, lâkin bu dramatik tablo kesinlikle vuslata kare ayırmak istemez.

Sultân arapça bir sözcük, çokluk hâli selâtîn. Araplar; belge, nişân, güç ve aydınlık me’âllerinde isti’mâl eder bu kelimeyi. Türk dil mantığında ise; hükümdârlara atf edilen bir unvân, ayrıca otoriter, güç ve makam sahibi anlamlarına gelir. İbn-i Hâldûn’a göre bu sıfatı ilk taşıyan ‘Abbâsî vezirleri olmuştur. İslâm târîhinde ise ilk sultân lakabıyla ma’rûf ve meşhûr olmuş zât bir ‘Abbâsî vezîri olan “Ca’fer bin Yahyâ” dır. Osmânlı hükümdârları da Çelebi Mehmed ile berâber bu ‘unvânı taşımaya başlamışlardır. Daha önceleri Osmânlı liderlerine “beg/bey” sıfatları verilirdi. Osmân ve Orhân Bey’ler gibi...

Tasavvufta ve husûsen Mevlevîlik’te sultân lafzının kıymeti hâ’iz bir konumu vardır. Sultân Veled devri ve makâmı gibi. Ayrıca ‘Alevî-Bektâşî kültüründe eren için bir saygı ifadesidir sultân. Pîr Sultân Abdal gibi...
Osmânlının son demlerinde (bugünkü lise dengi) idâdî okullara da sultân ismi verilmişti. Mekteb-i Sultânî; Galatasaray Lisesi gibi...

Son olarak sultân lafzının Türk müziğinde oluşturduğu mürekkep makamlara örnek- ler sunarak bir hâtimeye varalım:
Sultânî-cedîd: Ûdî Cemîl Efendi tarafından tertib ü tanzîm edilmiş, şedârâbân ile ferâhnümâ makamlarının mürekkep şekline verilen ismidir.
Sultânî-hüzzâm: Günümüzde me’alesef nümûnesi mevcûd olmayan mürekkep bir makâmdır.
Sultânî-‘ırâk: 17. yüzyıldan sonra ortaya çıkarılan ve nadir olarak kullanılan ısfâhân ile ‘ırâk makamından bir dizi sonucu beste-ısfâhân’ı andıran mürekkep bir makamdır.
Sultânî-nevâ: Nevâ ile rast beşlisinden müteşekkil olan bu mürekkep makamın yegâne örneği Kantemiroğlu’nun aksak bir semâ’îsinde görülür.
Sultânî-pûse: Sultânî-pûselik nâmıyla da ma’rûf olan bu mürekkep makâmın günümüze ulaşan numûnesi yoktur.
Sultânî-segâh: Segâh, müste’ar ve şedârâbân makâmlarından oluşan bu mürekkep makâm, on dokuzuncu yüzyılla beraber tarihin tozlu raflarına kaldırılmış ve muhtemelen ‘Arabî mûsikîden esinlenerek Türk müziğine idhâl edilmiştir.
Sultânî-yegâh: Üstâz Dede Efendi’nin Sultân II.Mahmûd’a ithâfıyla doğmuş hemen hemen bütün makamlardan notalar taşıyan mürekkep bir makamdır. Bu makâmın ismi bir ara millî mücâdele sonrası millî-yegâh olarak değiştilmiş, kısa bir zamân sonra bu hata’dan ‘avdet edilmiştir. Bilhassa içli ve hayâlî aşk şiirlerinde kullanılan makâm bestekârlarımız tarafından büyük rağbet görmüştür.

Hareketliliği ve canlılığıyla göze çarpan şâ’irimiz; haysiyet meydanının sahibi olan sultan karşısında ‘acz ü za’fiyete düşerek durgunluğunu hüsn-i ta’lîlle dile getirmiş- tir. Zinde ile cevelân arasındaki nisbete nazaran cevelân ile râm arasında zıddıyyet vardır. Ma’lûm olan hâl ise her iki durum için söz konusu edilmiştir. Şâ’irimizin beşerî hayât içindeki coşkun tavırları, ilâhî ‘aşk önünde boyun eğmektedir. İki anlamı da çağrıştırdığı için ma’lûm olan partisip/sıfat-fiil kelime grubu sihr-i halâla güzel ve câzib bir nümûne teşkil etmiştir.

Osman Koca

17 Kasım 2011 Perşembe

Aşkından Yanar Yüreğim..

 
 
 
Aşkından yanar yüreğim
Yandığım bana hoş gelir
Hakkı gerçek sevenlere
Cümle alem kardeş gelir

Bu dünya dopdolu kalleş
Her birinden bir taş gelir
Hakkı gerçek sevenlere
Cümle alem kardeş gelir

Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmişiki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil

Adımız miskindir bizim
Düşmanımız kindir bizim
 
Biz kimseye kin tutmayız
Cümle alem birdir bize

Biz dünyadan gider olduk
Kalanlara selam olsun
Bizim için hayır dua
Kılanlara selam olsun

Derviş yunus söyler sözü
Yaş doludur iki gözü
Bilmeyen ne bilsin bizi
Bilenlere selam olsun

(Yunus Emre)
Erkan Ogur & Ismail H. Demircioglu - Askindan Yanar Yuregim

1 Kasım 2011 Salı

"Evcilleştirdiğin kim olursa olsun, sen ondan sorumlusundur artık.."


İşte tilki bu sırada ortaya çıktı. 

- Günaydın, dedi tilki.

Küçük prens, nazikçe:

- Günaydın, diye karşılık verdi, arkasına baktı, ama hiç bir şey göremedi.

Bir ses:

- Buradayım, dedi, elma ağacının altında.
- Kimsin sen? dedi küçük prens. Çok güzel görünüyorsun.
- Ben bir tilkiyim, dedi tilki.
- Gel oynayalim, dedi küçük prens. Biraz düşündükten sonra sordu:
- "Evcilleştirmek" ne demek?

Tilki:

- Sen buralı değilsin, dedi, ne arıyorsun burada?
- İnsanları arıyorum, dedi küçük prens. "Evcilleştirmek" ne demek?

Tilki:

- İnsanların tüfekleri vardır, dedi. Hayvanları vururlar. Can sıkıcı bir
şeydir bu. Tavuk da yetiştirirler! İlgilendikleri tek şey budur. Sen tavuk mu
arıyorsun?
- Yoo.. dedi küçük prens. Ben dost arıyorum. "Evcilleştirmek" ne demek?
- Artık herkesin unuttuğu bir şey, dedi tilki. "Bağlantı kurmak" demektir.
- Bağlantı kurmak mı?
- Öyle ya, dedi tilki. Sen daha benim gözümde yüz binlerce başka çocuktan
ayırt edilmeyen küçük bir çocuksun. Sana ihtiyacım da yok. Senin de bana
ihtiyacın yok. Ben de senin gözünde yüzbinlerce başka tilkiden ayırt edilmeyen
bir tilkiyim. Ama, sen beni evcilleştirirsen, birbirimize gerekli oluruz. Sen
benim için dünya yüzünde biricik olursun. Ben de senin için dünya yüzünde
biricik.
- Biraz anlamaya başlıyorum, dedi küçük prens, bir çiçek var.. Galiba o beni
evcilleştirdi.
- Olabilir, dedi tilki. Dünya yüzünde her şey olur.
- Yok dünya yüzünde değil, dedi küçük prens.

Tilki birden meraklandı:

- Başka bir gezegende mi?
- Evet.
- O gezegende avcılar var mı?
- Yok.
- Bak bu ilginç bir şey! Ya tavuklar?
- Onlar da yok..

Tilki içini çekti:

- Hiç bir şey tam istediğim gibi olmuyor.

Ama sonra kafasını kurcalayan düşünceye döndü:

- Benim yaşantım çok tekdüze. Ben tavukları avlıyorum, insanlar da beni
avlıyorlar. Bütün tavuklar birbirine benzer, bütün insanlar da. Bu yüzden
biraz canım sıkılıyor. Ama sen beni evcilleştirirsen, yaşamıma ışık girmiş
gibi olacak. Bütün öteki ayak seslerinden farklı bir ayak sesini tanımayı
öğreneceğim. Öteki ayak sesleri beni toprağın altına kaçırıyor. Senin ayak
sesin beni yuvamdan dışarı çağıracak, bir türkü gibi. Sonra, bak şurada,
buğday tarlalarını görüyorsun ya. Ben ekmek yemem. Buğday benim bir işime
yaramaz. Buğday tarlaları bana hiç bir şey anımsatmaz. Üzücü bir şey bu! Ama
senin altın rengi saçların var. Onun için, sen beni evcilleştirdiğin zaman çok
güzel bir şey olacak! Altın renkli buğdaylar bana seni anımsatacak!
Buğdayların arasında esen rüzgarın sesini seveceğim.

Tilki sustu ve küçük prense uzun uzun baktı:

- Ne olursun.. Evcilleştir beni, dedi.
- Bunu sevinerek yaparım, diye karşılık verdi küçük prens. Ama zamanım
sınırlı. Keşfetmem gereken dostlar, tanımam gereken bir sürü şey var.
- İnsan yalnız evcilleştirdiği şeyleri tanıyabilir, dedi tilki. İnsanların hiç
bir şeyi tanımaya vakitleri olmuyor. Satıcılardan olmuş bitmiş şeyleri satın
alıyorlar. Ama dost satan bir satıcı olmadığı için, insanların dostları da yok
artık. Sen bir dost edinmek istiyorsan, evcilleştir beni!
- Ne yapmam gerek bunun için, dedi küçük prens.
- Çok sabırlı olman gerek, diye karşılık verdi tilki. Önce benden biraz uzağa
oturursun, şöyle, otların üstüne. Ben sana göz ucuyla bakarım, sen bir şey
söylemezsin. Konuşmak, anlaşmazlıkların kaynağıdır. Ama, her geçen gün, biraz
daha yakın oturabilirsin..
- Küçük prens, ertesi gün yine geldi.
- Yine aynı saatte gelsen daha iyi olurdu, dedi tilki. Örneğin, ikindiyin saat
dörtte geleceksen ben saat üçte mutlu olmaya başlarım. Saat ilerledikçe de,
içimdeki mutluluk çoğalır. Dört oldu mu, telaşlanır, meraklanırım; mutluluğun
değerini keşfederim! Ama, herhangi bir saatte gelecek olursan, yüreğimi hangi
saatte giydirmem gerektiğini hiçbir zaman bilemem.. Her şeyin bir yolu,
yordamı olmalı.

- Yol, yordam nedir? dedi küçük prens.
- Bu da çoktan unutulan bir şey, dedi tilki. Bir günün öbür günlerden başka
olduğunu, bir saatin öbür saatlerden değişik olduğunu belirleyen şeydir. Benim
avcılarım, yol yordam nedir bilirler. Örneğin perşembe günleri, köyün
kızlarıyla dansa giderler. Onun için perşembe çok güzel bir gündür. Bağa kadar
dolaşmaya çıkarım. Eğer avcılar rasgele bir gün dansa gitselerdi, günler hep
birbirine benzer, benim de hiç tatil günüm kalmazdı.



Küçük prens, bunu üzerine tilkiyi evcilleştirdi. Ayrılma zamanı yaklaştığında
da, tilki:

- Ah, dedi.. ağlayacağım nerdeyse..
- Suç senin, dedi küçük prens, ben sana kötülük etmek istemiyordum. Ama, seni
evcilleştirmemi kendin istedin..
- Elbet, biliyorum, dedi tilki.
- Ama ağlayacaksın! dedi küçük prens.
- Elbet, biliyorum, dedi tilki.
- Öyleyse bir şey kazanmış olmadın.
- Kazandım, dedi tilki, buğdayların rengi yüzünden.

Sonra, şunu ekledi:

- Git güllere bir daha bak. Göreceksin ki, senin gülün dünyada bir tanedir.
Bana "Allaha ısmarladık" demeye gel; ben de sana bir sır armağan edeceğim.

Küçük prens gidip güllere bir kez daha baktı.

- Siz hiç de benim gülüme benziyor değilsiniz, daha hiç bir şey değilsiniz,
dedi onlara. Kimse sizi evcilleştirmiş değil, siz de kimseyi
evcilleştirmemişsiniz. Benim tilkiden eskiden nasılsa öylesiniz siz. O da yüz
bin başka tilkiden değişik yanı olmayan bir tilkiydi. Ama ben onu kendime dost
edindim ve şimdi o, dünyada bir eşi daha olmayan bir tilkidir.

Güller oldukça utanmışlardı.

- Sizler güzelsiniz, ama içiniz boş, diye sürdürdü sözünü küçük prens. İnsan
ölemez sizin için. Evet, rasgele gelip geçen birisi, benim gülümü sizlerden
ayırt etmeyebilir. Ama benim gülüm tek başına silzerin tümünden önemlidir,
çünkü o benim suladığım çiçektir. Çünkü o benim kavanozun altına koyduğum
çiçektir. Çünkü o benim paravanla örttüğüm çiçektir. Çünkü onun tırtıllarını
ayıklayan benim (sonradan kelebek olacak bir ikisi dışında.) Çünkü o, benim
yakınmalarını ya da böbürlenmelerini, hatta arada susuşlarını dinlediğim
çiçektir. Çünkü o benim gülümdür.

Sonra yine tilkiye döndü:

- Hoşça kal, dedi
- Sen de, dedi tilki. İşte sana vereceğim sır. Hem de çok basit: kişi ancak
kalbiyle görür. Göz hiç bir şeyin özünü göremez.

Küçük prens, unutmamak için tekrarladı:

- Göz, hiç bir şeyin özünü göremez.
- Sen gülüne bu kadar çok zaman harcadığın içindir ki gülün önemi böylesine
çoğaldı.
- Ben gülüme bu kadar çok zaman harcadığım için.. dedi küçük prens, unutmamak
için.
- İnsanlar bu gerçeği unuttular, dedi tilki. Ama sen unutmamalısın.
Evcilleştirdiğin kim olursa olsun, sen ondan sorumlusundur artık. Sen şimdi
gülünden sorumlusun.
- Ben, şimdi gülümden sorumluyum, diye tekrarladı küçük prens, unutmamak için.

Küçük Prens / Antoine de Saint-Exupery








Hayko Cepkin: Melekler
"Bir olsun gönlünde bir olmasam da bir.."

28 Eylül 2011 Çarşamba

Kürtçe'de özler insan, Türkce'de.. Aslolan özlem'dir..



Mikail Aslan – Zere Mı

noğda mı nênake to rê se vaci
ez to kotiye xo de çıton wedari
to zaf kuta mı vir nêzon se bıkeri
qutiya semıne keri pıstıne xo keri

direga zerê mı
sêmuga çeverê mı
çıla zerê çe mı
çıla zerê çe mı

sewa tariyê de mı to kerda vindi
ez nıka se bıkeri kami ra perskeri
to zaf kuta mı vir nêzon se bıkeri
astarê sodır ra ez to perskeri

direga zerê mı
sêmuga çeverê mı
çıla zerê çe mı
çıla zerê çe mı

türkçesi ;

içimden gelmiyorki sana ne diyeyim
Seni neremde nasıl saklayayım..
Öyle bir düştünki aklıma
bilmem ne edeyim..
Gümüş kutuya koyup
Sinemde saklayayım..

Yüreğimin direği..
Kapımın eşiği..
Evimin ışığı..

Karanlık gecede seni kaybettim.
Şimdi ne yapayım kimden sorayım.
Çok düştün aklıma bilmem ne yapayım
Seher yıldızına seni sorayım.

Yüreğimin direği..
Kapımın eşiği..
Evimin ışığı..

8 Eylül 2011 Perşembe

Dünya Gâmı geçer mi?

Dünya Gâmı geçer mi?

Dünya geçici de, Gâm yükü öyle kolay terk edici değil.. Ve kederlendiğimiz şeyler.. Küçüğü, büyüğü, uzunu kısası..
Kul'uz işte be! Hem aciz, hem zayıf.. Sazın tellerine vurdukça kederim azalıyor sanki..
Hz Ömer
 demişti sanırım: "Şarkı yolcu'nun azığı'dır.." Haddim olmayarak katılıyorum.. Şarkı, dertli'nin ortağı'dır..


Cemil Koçgün - Tembur

Tu themburî, Ez perdeme / Sen tembursun ben perdeyim
Tu Xwadeyî Qulê(Benîya te) te me / Sen Tanrısın ben senin kulunum
Dihat derbaz dibe xema Dina / Gelir geçer dünya gamı
Nav di golîyan Hêp li Cemê

Heyder Heyder Derdê Derman / Haydar haydar derde derman
Heyder Heyder Derdê Derman / Haydar haydar derde derman
Can ve Qurvan Heyder Heyder / Can kurbandır Haydar haydar
Mera bişin Şahê Merdan / Bize gelsin Şahı Merdan

Ew ganîya Li gewire
Çhêl bacîya nav li bırê
Çara mera ji bigeşe
Sultan Oli Ya Xıdırê

Heyder Heyder Derdê Derman
Heyder Heyder Derdê Derman
Can ve Qurvan Heyder Heyder
Mera bişin Şahê Merdan

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Bir sıfır, Bir sıfır çöreklenmiş yüreğine, Ve burgu burgu bir sual: Başı neydi, sonu ne?

 
 
Zamanın Sesleri

Hışırtılı plakların çalındığı
Çamurlu bir çarşının ortasında, Sen
Bütün insanlarsız kalmayı bilir misin?
Bir kişisizken.
Bir sıfır,
Bir sıfır çöreklenmiş yüreğine,
Ve burgu burgu bir sual:
Başı neydi, sonu ne?
Olsun, biz sevsek de ne olur ki?
Düşünmeden sonu nedir
Haykırsam o zaman hakkım değil mi?
Hey, ölüme mani ne gelebilir..
Haykırsam ve kapkara gözlerinden,
Çocuksulaşıp yansısa sevincim,
Masmavi bir gülüşle dolar içim.
Bu kapkara ve sınırsız uzayda
Değil mi ki bütün ikiler bir,
Sen ve ben olarak ikimiz ancak
Bir göz kırpma zamanı beraberiz,
Olsun, madem yanyana serpilmişiz
Düşünmesek de olur sonu nedir
Haykırsam o zaman hakkım degil mi
Bir:Ölüme mani ne, ...Gelebilir
İki:Kişi, düşünmeden de sevebilir

Hüsrev Hatemi

23 Ağustos 2011 Salı

Neden bu kadar sevdim bu şarkıyı?

3 Gündür aralıksız bu şarkıyı dinliyorum, bilinçli olarak yapmadığım zamanlarda gayr-i İhtiyari yapıyorum..

Konuyla alakası, benimle bağı, ritimle ölçüsü nedir bilmiyorum..
İçimde bir yere denk geliyor belli ki..

Maden dağını bilmem, deloyloy konuşma dilimde yok..

"O yar dönüp gelende yol verin aşağı dağlar" Bi burası var, bir de melodisi..


Maden dağı dumandı deloyloy deloyloy
Deloyloy deloyloy digel yarim
Yolu dolam dolamdı le
Deloyloy deloyloy digel malım
Yarim gitti gelmedi deloyloy deloyloy
Deloyloy deloyloy digel yarim
Yaş gözüme dolandı le
Deloyloy deloyloy digel malım

Bu dağın ardı meşe deloyloy deloyloy
Deloyloy deloyloy digel yarim
Gün kalka gölge düşe le
Deloyloy deloyloy digel malım
Beni yardan edenin deloyloy deloyloy
Deloyloy deloyloy digel yarim
Evine şivan düşe le
Deloyloy deloyloy digel malım

Bu dağlar meşe dağlar deloyloy deloyloy
Deloyloy deloyloy digel yarim
Vermiş başbaşa dağlar le
Deloyloy deloyloy digel malım
O yar dönüp gelende deloyloy deloyloy
Deloyloy deloyloy digel yarim
Yol verin aşa dağlar le
Deloyloy deloyloy digel malım

Yöre: Diyarbakır/Çüngüş

19 Ağustos 2011 Cuma

Kutlu Doğum Haftası'nda sanal pastam var benim:):)

Bi çok doğum günü süprizi yapmış biri olarak, bugün yaya kaldığımı ifade etmeliyim.


Annemin Kıbrıs Barış harekatı'nın yıldönümünde, babannemin kiraz zamanında, halalarımın buğdaylar biçilirken dediği doğum günümün  meclis kararıyla 20 Ağustos olmasına karar verileli oldukça uzun yıllar oldu..:)

Yarın C.Tesi olduğu için, bir gün önceden kutlamaları başlatan ve sabah ofise kıkırdayarak giren ofis arkadaşlarım,
gece yoğun mesai sarfederek kartondan pasta yapmışlar..

Elişi kağıdından mum'u ve yine aynı kağıttan kreması var:):)
Akşam eşini "kalk kırtasiyeye gidiyoruz" diye ayaklandıran sevgili Dostum, "ne işimiz var kırtasiye de sorusuna, "Beyhan'ın doğum günü" cevabını vermiş..
Evet, benim gibi garip birinin de pastası kırtasiyeden  gelir zaten değil mi? :)
Malum Ramazan, pasta yiyemeyeceğiz, büyük büyük atalarımızın "doğum gününde pasta kesmek" geleneğini de es geçmek olmaz:)
 Gece dostum, gelini, kızı ve eşi ile kağıttan pastayı, kağıttan Aslan bana yapmak için oldukça ter dökmüşler:)


Sevgili kızı Erva'da Süslü bir tuvalet kağıdınnı fosforlu kalemlerle boyamış, bir pipet'in üstüne yapıştırmış.. Pipet'in de üzerine "mutlu yıllar Beyhan Abla" yazmış:):)

 Hayatta aldığım en güzel hediyeydi:)  Gece annesi unutmasın diye sıkı sıkıya tembih edişi de ayrı güzellik..

Doğum Günüme bir gün kala, yüzümde kocaman bir gülümseme, dostlarımın ( Arzu Erdoğral, Hicran Kıvanç, Feridun Erdoğral, Erva Erdoğral) varlığına ve nezaketlerine teşekkür ediyorum..

 Herhalde en pahalı, en büyük, en, en, en, en  pastayı almış olsalardı bu kadar komik, güzel ve şık olmazdı:):)

Hakikaten kendimi çok özel hissettirdi:):)


 

Bu da doğum günü şarkım:):)

18 Ağustos 2011 Perşembe

Merhaba Ey Şehr-i Ramazan/ Elveda Ey Şehr-i Ramazan

Kızkardeşim- Momo ve Bajar- Ogit.. Muhteşem ikili olmuş..

Hayirsiz bir babanin geride biraktigi, felcli bir dedenin torunlarina sahip cikmaya calistigi, 11 yasindaki bir cocugun 8 yasindaki kiz kardesine hem annelik hem babalik yaptigi , anadoluda yasanmis gercek bir hayat hikayesinin islendigi bir film, "Mommo, kiz kardesim"

Bursa Film Festivali'nde filmi izlediğim arkadaşıma "ben fenalık geçiriyorum" diyip, ellerimle yüzümü kapatmış ve sürekli ağlamıştım..

Facebook'ta Bajar'ın seslendirdiği Ögit Şarkısı ile klibi'ni izledim. Beni iki birleşim müthiş etkiledi.

Film zaten etkileyiciydi, şarkıda tam uymuş..






OGİT

nê la lao, ne lao, lacê mıno delalo
şin meverde warê mı
nê çê çênê, khê çênê, çena mına delale
çhik meverde zerria mı

zora zora zora, zora
ma vetime yi herdanê xora
zora zora surgın kerdime
ta suka Qonya
bêjüan heni lal o kherr bime
bêkes bêwayır bêciran bime
bê sır o bêsıtar teyna mendime
se vındime

vera tiji mıneta sodıri
keremeta kıla adıri
xusayısê Çhemi Munzuri
ayme xo viri
cirananê nıkay de haştime
ra o rêçha xo vindi nêkeyme
na herdê bımbareki sero Şit ra nato eştime

NASİHAT


be oğul, benim güzel oğlum
şivan (ateş) düşürme ocağıma
be kızım, benim güzel kızım
kor düşürme yüreğime

zorla, zorla, zorla, zor ile
kopardılar toprağımızdan
zorla gönderdiler sürgüne
ta Konya iline
sağır, dilsiz
komşusuz, kimsesiz, bîçare
nasıl kalabilirdik

güneşe karşı sabah duasını
ateşin kutsallığını
yaban hayatı
unutmadık asla
izlerimizi kaybettirmeden
tüm insanlıkla barış içinde
bu kutsal topraklarda Şit’den beri varız


Dünya gözümde kerbela'dır/ Allahtan bulasan..

Nemrud'un kızı'nın hikayesini merak etmiyor değilim.

Ancak bu şarkıyı tekrar tekrar dinlemememin sebebi Urfa Aşkımın depreşmiş olması'dır..

Şimdi Kaçakçılar çarşısında, domino ve satranç oynayan kefiye'li amcaları izleyerek çay içmek vardı.

Zaman durmalıydı ve de..

Sadece Urfa olmalıydı..

Urfa kokusu alıyorum, var havada.. Urfa duygusu var.. Nasıl bişey, anlamlandıramıyorum ama var, var..

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Seni vuran eller kırılsın oğul!.

Hepimizin canı yanıyor.. Sus Pus olduk üzüntüden.. En önemlisi de hak/ adalet/ özgürlükler/ kardeşlik gibi kavramları almıyoruz/ ağzımıza kırmızı biber sürülmüş gibi.. 


En çokta cenazelerin sahipleri canımı yakıyor.. Nedense aklıma Esat Kabaklı'nın bu türküsü geliyor, fatihalarla birlikte bunu söylüyorum..


15 Ağustos 2011 Pazartesi

AK PARTi 10 Yaşında Reklam Filmi'nde ilginç kareler..

Seçim sürecinde yaptığı reklam filmi ile "Seçimin enlerinde" Numberone olan Ak Parti'ye ait reklam filmi, aynı müziğin enstrumentali kullanılarak, Ak Parti'nin kuruluşu'nun 10. Yılı münasebeti ile yayınlanmaya başlandı.

Bu defa ilginç doneler var filmin içinde.. Dikkatle izleyin, bakalım siz ne göreceksiniz?





En Güzel çocuk henüz büyümedi..

,

12 Ağustos 2011 Cuma

İyi Aşklar İyi Atlara Bindi, Gitti Sevgili...



Sana ne vaat edeyim bilmiyorum. Vaatsiz sevgili olunmaz mı diye düşünmedim hiç.
İki cinsten kadın olanına yapılan vaatler aklımda şimdi;
Türk filmlerinin en sulu- zırtlak izlediğimiz replikleri bu vaat sahnelerinde sarf edilmez miydi?
“Pembe panjurlu evimiz olacak sevgilim, bahçesinde meyve ağaçları”
Kendisine vaat edilen pembe panjurlu eve sahip olan biri var mıdır merak ediyorum.
Vaade konu olan şeyi de gözden kaçırmamak gerekir ayrıca. Mesela neden “Huzur” vaat edilmiyor?
Neden bu duygusal sahnelerde güven vaat edilme yoluna gidilmemiştir?
Mesela bu replikler “sevgili, sana huzur içinde bir ömür vaat ediyorum, hayatın zorlukları olacaktır elbette, ancak ben senin güzel gözlerinin huzursuzlukla tedirgin olmaması için ömrümü adayacağım” diyemez mi vaat sahibi sevgililer?

“Senden korkmadan, kaçmadan hayattan, iyi insan olmak konusunda çaba sarf edeceğimi bilmeni isterim sevgili”
Söylenilebilir bir replik değil midir? Bu tarz bir vaat karşısında ikna olamaz mı sevilenler?
Panjurlu bir ev, müstakil bahçe içinde üç katlı “Tripleks” veya iki katlı “Dubleks” demektir aslında.
Panjur düşünüldüğüne göre onun yakışacağı bir evde ortalama lükse sahip bir ev olmalı değil mi?
Büyükşehirler de bu tarz bir evin, şehir merkezinde olması oldukça zor. O halde sayfiye yerinde olacak bahsi geçen ev. Şehir dışında pembe panjurlu bir eve ulaşmak için bir de araba gerekecek üstelik.
Şimdi bakalım elde ne var?
Sayfiye yerinde “Dubleks” bir ev, önünde bir araba, birde bu anlatılanlara uygun eşyalar, döşemeler.
Bir sevgilinin bu imkânları sağlaması için teknik olarak, ya kendi işinin sahibi olması – ki o da ancak orta ölçekli bir şirket demektir- ya da üst düzey bir yönetici olması anlamına gelir.
Şimdi bir de elde sırtı yere gelmeyecek sevgili var.
Allah bereket versin, daha ne olsun değil mi? Küçümsediğimiz bir türk filmi repliğinde dahi, bize elit bir yaşam vaadi söz konusuymuş, biz anlamamışız.

Aslında aşk- meşk işleri oldukça karlı işlermiş.
Hiç pembe panjurlu evleri vaat edenlere “Bu pembe panjurlu evde huzurumuzda olacak mı sevgili?” sorusunu soran olmuş mudur?
Sorulmamışsa hiç, sormayanlar bunda mazurdur aslına bakılırsa. Huzur denilen şey, bir ev, bir araba ve statü ile göz ardı edilebilir şeydir (!)

“Ya birbirimizin gözlerine hasret kalırsak bu pembe panjurlu evde” diye hesap edilmez muhtemelen.
Sanırım “Yükü ne derece hafif olursa, o derece huzuru çok olur insanoğlunun” diye aklına gelmez sevgililerin.

“Seni eş/ dost göreceğim, birlikte yükselecek aklımız/ refahımız, birlikte onaracağız hayatın aksayan yanlarını, birlikte büyüyeceğiz, her türlü zorluktan el-ele çıktıkça daha çok hayran olacağız birbirimize”
Bu cümleler kanmak için, ikna olmak için yeterince akıllıca kurulmuş, en azından üzerinde düşünülmüş romantik ama gerçekçi cümleler değil midir?
Ya da “ Sevdiğim, sana susmayı vaat ediyorum, ömrümce gözünün içine bakarak mütebessim, ne kadar büyük hata görsem de kendimce, dilimi ok gibi kullanmayacağım.
Kızdığım anlarda bile içine işleyecek yaralar açmayacağım, dilime hâkim olacağım, büyüteceğiz birlikte bir aileyi ve sevgili samimiyeti”
Tüm bunlar hayalî cümleler mi? Gerçekleşen, akl eden gönüller var mı merak ediyorum?
Sevgilileri “sevgililer günü” icat edilmeden çok önce, maddeci / materyalist bir beklenti içine sokan Türk filmi replikleri artık değiştirilemez mi?
Geriye dönüp doğu aşklarına baksak, destanları okusak yeniden, “sevgiliye Gazel okuma/ yazma makamına” ulaşamaz mıyız?
Salıncakta sallarken sevgiliyi;
“Evlerinin önü mersin, ah sular akmaz bi danem tersin tersin, mevlam seni bana versin, al hançeri gadınım vur ben öleyim, ah kapınızda bi danem kul ben olayım”
Türküsünü duysak, içli içli. Ve sevgilileri böyle ikna etsek bir ömür geçirmeye;
“sevgili seni bir gün değil her gün seviyorum, kabul edersen bir ömür, huzurdan ördüğüm evimde başımın tacısın” desek, yetmez mi?


14 Şubat 2008

Dehr-i Aşk ..



En titrek halde aklıma geliyor unutmaya başladığım senden yadigar kalanları..
Bunu durup düşünürken hiç hoşuma gitmiyor bilmek, “sonunda oldu” diye geçiriyorum içimden, “ sonunda oluyor, olması beklenen”

Unutmak Allahın bir bağışı diyebiliriz, güzel bir teselli bunu bilmek.
Yanık yanık ağlarken, tüterken dumanımız ciğerimizden, bunun azalacağını nasılsa bir gün biteceğini düşünmek..
Yüzümü buruşturuyorum fark ettiğimde, dudaklarım büzülüyor,
 - Hayır unutturma bana! Unutursam ne kalır ondan geriye, benden geriye?
Halbuki ne çok şey kazandı içim, yüzüm, varlığından.. Şimdi silinip gittiğini görmek, zihnime en ince işleyişle işlenen anıların..
Hayır! bilerek onayladığım bir şey değil bu, canımın yandığı anlar kadar şiddetle yanacak içim.  Bu böyle olursa eğer, zenginliğimi unutacağım, benliğim vefasızlık yapacak..
Üstüne basıp yükselttiğim ruhumu soysuz bırakacak, anılarını unutmak..
Yeniden emek vermek, yeniden büyütmek -zahmetine katlanmak- korkusundan değil isteksizliğim..

Senin değil, onun değil, kalbimin ince yerlerinin hatrına..
İnce ince,  Bazen -el emeği- gümüş telden bir telkari bilezik  gibi taktım koluma varlığını, çıktım en güzel mezarlık ziyaretlerine:  “Efendim, işte geldim, sol yanıma düşen, kalbime düşen, sol yanımda işte. Halim budur, sen bilirsin”
Kedi anladı beni, oda kediyi anladı, beni anlamayı istemeden.. Anlamaktan korkup, korkan kediyi okşayarak kendini yatıştırdı bilerek.
Ya da bilmeden.. Bana  gaip. On’a aşikar..
Malta eriği, aşısız elma, ve kopardığımız her bir gül için bir Fatiha..
İlk defa duymuş gibi dinledim..
Gitme diyemiyorum, ama sen yine de gitme demek istemiştim.. Şimdi, bari onlara söyle onlar gitmesin.. Anılarım..

Beyhan DEMİRCİ
Yolcu Dergisi/ 2008